18 Şubat 2009 Çarşamba

TÜRK VE İSLAM DÜNYASININ YENİDEN YAPILANMASI

TÜRK VE İSLAM DÜNYASININ YENİDEN YAPILANMASI

Yazar : Prof. Dr. Sabahattin ZAİM

Yayınevi : Yeni Asya Yayınları

Baskı : İstanbul / 1993 / 258 shf.



BİRİNCİ BÖLÜM:

TÜRK DÜNYASININ YENİDEN YAPILANMASI

Sovyetlerin yıkılmasıyla iki kutuplu dünya oluşumu sona erip A.B.D.’nin liderliğinde yeni bir dünya düzenine gidilmektedir. Bununla beraber eskiden beri var olan Güney İslam dünyasının yanısıra Bosna’dan Çin’e kadar uzanan topraklarda yeni Türk devletlerinin ortaya çıkmasıyla kuzey

Türk-İslam dünyasından söz edilir olmuştur.

Bugün dünyada yaşayan Türk boylarının nüfusunun 210 milyon olduğu göz önünde bulundurulursa Türkiye dışında 150 milyon soydaşımızın olduğunu görürüz. Toprak olarak %75’inin bağımsız olduğu düşünülürse azımsanmayacak bir potansiyele sahip olduğumuz görülür.



A)Türk Dünyasının Yapısı:

Günümüzde Bosna’dan başlayıp Sancak, Kosova, Makedonya ve Türkiye üzerinden Kafkasya ve Türkistan nihayetinde Moğolistan ve Çin’in içlerine kadar uzanan sahada Türkler yaşamaktadır. Sayıları 26’yıbulan Türk kökenli halkların toplamı 116 milyon, yerleştikleri coğrafyanın büyüklüğü 7.8 milyon km2 yi buluyor.

Türk dünyasında Türkiye dışında iki büyük merkez Türkistan ve Kafkasya’dır. Sovyetler Türkistan’da bulunan kabile şuurunu devamlı tahrik etmişlerdir. Mesela; Özbeklerde bu kabile anlayışı bir etnik milliyet duygusu haline gelmiştir. Halbuki Özbek ismi miladi 10. Asırda Müslüman olan Altınordu Han’ı Özbek Han’dan gelmektedir. Diğer devletler içinde de etnik milliyet düşüncesi hakimdir. istikbalde Türk dünyasının selameti adına bu problemin aşılması şarttır. Türklük duygu ve düşüncesi bugün için Azerbaycan’da hakimdir.

Türkistan’ın büyük ve tarihi şehirleri Fergana vadisi boyunca uzanan Maveraünnehir bölgesinde serpilmiştir. (Aşkaabat, Buhara, Semerkant, Duşanbe, Taşkent, Bişkek, Almaata, Kaşkar, Yarkent, Urumçi) Fakat maalesef bu medeniyet merkezleri müstevli Çin ve Ruslar tarafından herbiri ayrı bir devlet olarak dağıtılmıştır.

16. Yy. da Türkler Türkistan’dan taşıp Dünyaya yayıldılar. 16. yy.da kanuni Don-İdil nehirlerini bir kanalla bağlayıp Türkiye-Türkistan su yolunu açmak istemiş ancak hayata geçirememiştir. Bunu Ruslar 1952’de becerebilmişlerdir

İkinci merkez Kafkasya; Türkler genelde Asya’dan Hazar Denizi üzerinden Kafkaslara inip yerleştiler. 7. Ve 8. asırda Güney Kafkasya Emevilerin hakimiyeti altına girdi. Ve hazar Türkleri islamiyeti kabul etti. 1514’de Çaldıranla Osmanlı Kafkasya’ya girdi. 1864’de bölge Rusların İşgaline uğradı.

Başlıca Türk Boyları Dağistan, Çerkezistan, Aphazya, Karatay, Azerbaycan Gibi yerlerde toplanmıştır. Stalin döneminde Ahiska Türkleri Sovyetler Birliğinin çeşitli yerlerine çil yavrusu gibi dağıtılıp yerlerine Hristiyan gürcüler getirilmiştir.



Rusların Kafkasya Politikası: Türkiye sınırında Hristiyan Gürcü ve Ermenillerden oluşan gayri müslim bir halka oluşturarak Türkiye’nin Türk Dünyası ile irtibatını kesmek bunun için Kafkasya dışından Ermenileri getirip yerleştirmiş, suni bir devlet olan Ermenistan’ı bir kama gibi bölgeye saplamıştır.



Rus Federasyonundaki Diğer Türk Devletleri: Sovyetlerin petrol üretiminin %40’ından fazlasını üreten Tataristan ve Başkırdistan, Kırım ile Kafkasya ve Sibirya’daki özerk cumhuriyeti gelmektedir.

B) TÜRK CUMHURİYETLERİNİN YENİDEN YAPILANMASI

İktisadi yapılanma: Marksizmden ayrılıp pazar ekonomisine geçme.
Dini yapılanma: Ateizmden ayrılıp inanç özgürlüğüne geçmek.
Siyasi yapılanma: Azınlık oligarşisi veya diktatörlükten ayrılıp demokrasiyi benimseme
Sosyo-kültürel yapılanma: Enternasyonallikten ayrılıp kendi öz milli benliğine dönme


1-İktisadi Yapılanma :

Pozitif faktörler



a)Nüfus Yapısı: İnsan ve hammadde kaynaklarının bolluğu, geleneksel örf ve adetler ve insiyaki İslami davranış tarzı ve bunun yanında genellikle Türk boylarının zirai karakteri hakim olan kırsal kesimlerde yaşadığından dolayı nüfus yapısı çok kuvvetlidir. Fakat Ruslar içki ve alkolü en ücra köşelere kadar yayarak, bu nüfusu çürütmeyi amaçlamış ve kısmen başarılı olmuştur. Dağ başındaki Kırgız köylerine hayvan ve insan sırtında içki göndermiş, Ebulfeyz Elçibey’in dediğine göre Moskova’da şişesi 45 ruble olan içkiyi Azerbeycan’da 5 rubleye sattırmıştır.

b) Hammadde kaynaklarını bolluğu: Türklerin meskun bulunduğu yerler fevkalade

zengin tabii kaynaklara sahiptir. Toprağın altında petrol varken, üstü yemyeşil ormanlarla kaplıdır.(genelde tersi olur.) Her tarafta petrol kuyuları serpilmiştir. Başkırdistan ve Tataristan bu kuyularla doludur. Tataristan’ın petrol üretimi Kuveyt’inkine muadildir. Eski Sovyetler Birliği’nin bakır ihtiyacının %76’sı, kromun%90’ı, uranyumun %90’ı, bizmutun tamamı Türk cumhuriyetlerinde üretilmektedir. Türkmenistan en zengin doğalgaz yataklarına sahiptir. Kömür ve pamuk üretiminde Türkistan çok zengindir. Özbekistan meyve cenneti diye bilinir.

Fakat ne yazık ki, imalat sanayii kasten buralarda yapılmadığı için şeker pancarı zengini olan Türkistan’da şeker bulamazsınız.

Negatif faktörler



a) Ekonomik yapının Sovyetlere bağımlı kılınmış olması: Sovyetler sömürme esasına göre buraları Hammadde deposu olarak kullanmış, imalatta devletleri birbirine bağımlı hale getirmiştir.

b) Müteşebbis insan ve yönetici kadroların olmayışı: Pazar ekonomisinde en önemli unsur inisiyatif kullanacak müteşebbis ve yönetici yetiştirmektir. Örneğin; Kırgızistan’daki altın madenlerini Amerikalılar, Azeri petrolünü İngiliz BP işletmektedir. Avrupalılar bu eksikliği istismar etmektedirler. Türk müteşebbisine bu sahada büyük işler düşmektedir.

c) Çevrenin kirlenmesi: Çevre konusunda bütün Türk devletlerinin önemli problemleri vardır. Kazakistan’da yıllardan beri sürdürülen nükleer denemeler ekolojik dengeyi alt üst etmiştir. Aral gölü kurumak üzeredir. Kazakistan’da radyasyon tehlikesi had safhadadır. Tarım monokültür yoluyla dengesizleştirilmiş, Türkistan’da sömürüyü arttırmak için aşırı gübreleme yapılmış kimyasal atıklardan Kuzey Sibirya’daki şehirlerde sanayi çölleri oluşmuş, nehirlerin ekolojik dengeleri bozulmuş, balık avlamak güçleşmiştir. Esasında maddi çevre kirlenmesi manevi ve kültürel kirlenmenin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.



2-Dini Yapılanma:

Ateizmden ayrılıp inanç özgürlüğünü seçmek

1915 yılında Sovyetler Birliği’nde 30.000den fazla cami varken 70 yılda bunların hepsi yıkılmış, 1980’deki cami sayısı 200’e düşmüştür. Şu an genel kanaat şu merkezdedir: Halkta iman ışığı vardır. Komünizme karşı imanlarını korumuşlar, fakat İslamiyet bir sembol olarak kalmış, muhtevası kaybolmuştur. Şimdi tedrici bir eğitimle İslamın öğretilmesi gerekmektedir. Karşılaşılan önemli bir engel KGB ve CIA tarafından fundementalizm kavramı ile İslamiyetin karalanmaya çalışılmasıdır. Kırgızistan’da bu kavram çocuklara kadar yayılmıştır. Bu çarpıklığın giderilmesi için gönüllü teşekküllere büyük işler düşmektedir. Küçük himmetlerle büyük sonuçlar almak mümkündür.

3-Siyasi Yapılanma:

Azınlık oligarşisi ve parti diktatörlüğünden ayrılıp demokrasiyi benimsemek.

Türk cumhuriyetlerinin çoğunda parti ismi değişmiş fakat yönetimin yapısı değişmemiştir. Hatta Kırgızistan ve Kazakistan’da Lenin’in heykelleriyle orak çekiç sembolleri bir çok yerde varlığını devam ettirmektedir.



4-Sosyokültürel Yapılanma:

Etnik arındırma ve asimilasyon, kolonizasyon, yabancı evlilikler, din, dil, örf, adet ve kültüründen koparma işlemini uygulayarak etnik yapıyı bozmaya, Türk boylarını birbiriyle konuşamaz hale getirmeye çalışmışlardır. Önce latin alfabesini zorla kabul ettirmişler, daha sonra 1938’lerde Türkiye’de latin alfabesi kültüründen uzak tutmak için zorla kiril alfabesini kabul ettirmişlerdir. 70 milyon insanı birden cahil hale getirmişlerdi. Gürcüler ve Ermeniler kendi alfabelerini kullanırken sadece Türkler kiril alfabesini kabule zorlanmışlardır. Fakat Allah’ın lütfu ile Türk insanının idrakini imanını ve Türklük şuurunu yok edememişlerdir. Bu şuuru canlandırmak için eski süreci tersine döndürmek muhtelif boyların ve kabilelerin dilde ve yazıda birliği sağlamaları gerekmektedir.

Türk dünyası maalesef alfabe yönünden istikrarlı bir tarihi seyir takip etmemiş 4 defa alfabe değiştirmiştir. önce islamiyet öncesi Orhum -Yenisey ve Uygur alfabesi kullanmış, islamiyet döneminde Arap alfabesi benimsenmiş, Sovyet döneminde ise önce latin alfabesini kabul etmiş Türkiye latin alfabesini benimseyince biriliğin bozulması için Sovyetlerin zoru ile Kiril alfabesine geçilmiştir.

İnşallah Türkiye’miz gönüllü hizmet erlerinin açtıkları okullarla bir büyük engel olan dil birliğini sağlayacaktır. Şu an Zaman gazetesi tüm Türk Cumhuriyetlerinde Kirilce ve Türkçe olarak çıkmaktadır.



Türklerin yaşadıkları sahalar :

1-Türkiye

2-Balkan yarımadasındaki Türkler

a-)Romanya’daki Türkler

b-)Yunanistan’daki Türkler

c-)Bulgaristan’daki Türkler

d-)Makedonya’daki Türkler

e-)Kosaca’daki Türkler

f-)Sancaktaki Türkler

g-)Bosna-Hersek’teki Türkler

h-)Sırbistan’daki Türkler

ı-)Hırvatistan’daki Türkler

i-)Slavenya-Karadağ’daki Türkler

3-Azerbaycan ve Kuzey Kafkasya’daki Türkler

a-)Azeri Türkler

b-)Dağistan Türkleri

c-)Kumuklar

d-)Karaçaylar

e-)Balkarlar

f-)Nogaylar

h-)Stavrapo Türkleri

ı-)Abazalar

i-)Çeçenler

k-)İnguşlar

l-)Müslüman Gürcüler

4-Orta Doğu ve Afganistan’daki Türkler

Iraktaki, Suriye’deki, Kıbrıs’taki, İran’daki, Afganistan’daki Türkler

5-)Batı Türkistan’daki Türkler

Kazaklar, Özbekler, Kırgızlar Türkmenler, Karakalpaklar, Uygurlar

6-)Doğu Türkistan’daki Türkler

Uygurlar, Kazaklar, Kırgızlar, Sarı Uygurlar ve Salurlar

7-)İdil-Ural bölgesindeki Türkler

Tatarlar, Çuvaşlar, Başkurtlar, Tepterler

8-)Yakutistan ve Sibiryadaki Türkler

Yakut Türkleri, Altay Türkleri, Hakaslar, Tannu-Tuva Türkleri, Tobol Türkleri, Doğu Sibiryadaki Türkler.

2. BÖLÜM

Yeni Dünya Düzenindeki Dış Politikamız



A-İhracata dönük iktisat siyaseti: İhracata dönük iktisat siyaseti 1980’lerden bu yana Türkiye’nin benimsediği temel hedeflerden biri olmuştur. Çünkü bütün Cumhuriyet döneminde karşılaşılan başlıca iktisadi güçlükler: Dış ticaret açığı, Cari ödemeler dengesizliği, Türk parasının değer kaybı, enflasyon sonucunda çekilen döviz darlığı olmuştur .Bulunan çare umumiyetle rekabete dayalı ve dışa açık bir iktisat siyaseti ve hususiyle dışa açık bir sanayileşme ve yatırım politikası neticesinde ihracatı arttırmaktır.

Evvelce Avrupa bizden yalnız istediği ham madde ve tarım mallarını alırken bu gün Türkiye Batıya istediği ve işlediği malları satabilir hale gelmiştir. Bu sonuca takip edilen dışa açık bir iktisat siyaseti ile varılmıştır. Fakat ihracatımız miktar olarak artarken değer olarak aynı oranda artmamış yani aynı miktar emtiayı satın almak için gittikçe daha fazla Türk malı verilmiştir. Bu sebeple dolar bazında kişi başına düşen milli gelirimiz yıllık iktisadi büyümemizin gerektirdiği ölçüde artmamıştır. Diğer yandan takip edilen serbest piyasa ekonomisinin tabii seyri içinde ülkede gelir dağılım dengesi bozulmuştur.



Alınacak tedbirler:

1-İktisadi istikrarın muhafazası:

iktisadi siyasetimizde enflasyon hızının yavaşlatılarak gelir dağılımındaki çarpıklığın hafifletilmesi.

2-Sanayileşme sürecine hız verilmesi:

3- Çok yönlü bir dış siyasetin takip edilmesi

a-)Türkiye’nin Avrupa ile münasebetlerinin arttırılması (AT’ ye girilmesi)

b-)İslam dünyası ile münasebetlerimizin arttırılması.

Bu konuda son aşamalarına gelmiş olan 4 önemli proje şunlardır:

1-İslam ülkeleri arasında tercihli tarifeler sisteminin uygulanması

2- Ticari bilgi akışı merkezinin kurulması

3- İhracat sigortasının tesisi

4- İslam kalkınma bankası içinde kurulan orta ve uzun vadeli kredi mekanizmasının işletilmesi

4-Demokratik sürece riayet edilmesi

5-Siyasi istikrarın muhafazası

3. BÖLÜM

YENİDEN YAPILANMA SÜRECİNDE iSLAM DÜNYASININ DURUMU

Bu gün dünyada hakim olan kuvvet batılı güçler ve batı medeniyetidir. iletişim ve ulaşımdaki gelişmeler dünyayı çok küçültmüştür. Bu imkanları kontrol etme, omların dünyaya hulul etme imkanlarını ve müessir olmalarını arttırmıştır. Başka bir ifade ile ham maddesi insan beyni olan sektör topluma hakim olmaktadır. Çünkü bu bitmeyen bir kaynaktır. Diğer bir gelişmede ideolojik alanda meydana gelmiş olup Marksizm ve onu temsil eden Sovyetler çökmüş ve hegemonyası altındaki büyük bir dünya parçasının da hüviyeti değişmiştir. Kuzey islam dünyasının islam dünyası diye bilinirken Sovyetler birliği dağılmış güney islam dünyası gerçeği ile yüz yüze gelinmiştir.1991 yılı islam dünyasının bağımsızlığının başlangıç yılıdır.

Güney islam dünyasına mevcut otoriter kabile rejimleri zahiren çok fiilen tek parti yönetimi rejimler halen devam etmektedir. Batı Arap dünyasını kontrol altında tutmaktadır. Filistin meselesi Lübnan’nın parçalı hali Müslüman Hristiyan çatışması devam etmektedir.

Global olarak organizasyonlara baktığımız zaman islam konferansı teşkilatı hızı ve heyecanı azalmış, dinamiklerini biraz kaybetmiş görünümündedir, yan kuruluşlar da aynı durumdadır. Bunun sebebi liderlik mekanizmasından mahrumiyettir.(Türkiye lider olmaya namzettir ve dahi mecburdur.)

Burada müşahhas olarak üzerinde durulacak olan husus Türkiye, İran, Pakistan işbirliği organizasyonu olan ECO’ ya Özbekistan; Afganistan, Tacikistan, Türkistan, Kırgızistan ve Azerbaycan’ın da katılımı sağlanıp hilal durumundaki organizasyon tam bir daire haline getirilirse Kuzey islam dünyası önemli bir güç merkezi oluşturabilir. Dolayısı ile burada Türkiye Pakistan ve İran’a önemli görevler düşmektedir. İslam dünyasının silkinebilmesi, kalkınabilmesi için globalleşen dünyada önce bölgesel sonrada makro seviyede birlik imkanlarını elde etmesi gerekiyor.

İslam ülkeleri diş ticareti kendi aralarında fazla arttıramamışlardır. Sebepleri :

1-Bu ülkelerin kendi bölgelerinde ve çevrelerinde başka organizasyonlara üye olmaları.

2-İslam Konferansı Teşkilatı’na rakip olarak Arap birliğinin kurulması.

3-En önemli sebep: Bu ülkelerde hakim olan siyasi kadrolar eski yapıyı devam ettirdiği ve islami şuurla hareket edecek kadrolar yönetimlere hakim olamadığı için kitlelerin zoru ile birşeyler yapılmaya çalışılmakta ama sonuca ulaşılamamaktadır. Şu anda halktan kopuk yönetimler yabancı güçler tarafından bloke edilmekte, ve kendi menfaatlerine uygun bir şekilde yönlendirilmektedir.

İslam Konferansı Teşkilatı da ülkelerin içyapı farklarından dolayı başarılı olamamaktadır. Entegrasyon hareketlerinin islam ülkeleri arasında gerçekleşebilmesi için mevcut iş birliği organizasyonları çoğaltılmalı ikili münasebet ve çok yönlü anlaşmalarla iş birliği arttırılmalıdır.

İslam ülkeleri arasında ulaşım, haberleşme, finans müesseselerinin eksikliği ciddi problem teşkil etmektedir. Orta Asya ülkeleri içinde en büyük problem ulaşımdır. İslam ülkeleri arasında vizeler hala kaldırılamamıştır, ama Avrupalılar kendi içlerinde vizesiz dolaşabilmektedirler.

İ. K. T.’ ye katılan her ülke bir başka dış güçten direktif alma durumunda olunca tabiatıyla kendi başlarına hareket edemiyorlar. Eğer hedefimiz İslam ülkelerinin islami çerçevede bir iş birliğine kavuşturmak ise o zaman islamın sosyo ekonomik modelini ortaya koymak gerekir. Bu sahada iki türlü çalışmak gerekmektedir: Birisi, teorik olarak islamın emirlerini günümüzde nasıl anlamak gerektiğine dair çalışmalar yapılmalıdır. Önce akademik ve ilmi sahada islami modeller geliştirmek, insan yetiştirmek, araştırma yapmak, binlerce mastır, doktora tezi hazırlamak gerekmektedir. Müslüman insan modelinde yönetici kadrolar yetiştirilmelidir.



“Türkiye redd-i miras yaptığı Osmanlı’nın mirası ile karşı karşıya kalmıştır. Balkanlarda kardeşlerimiz var. Bosna’dakiler ve diğerleri çeşitli Türk boylarındandır ve müslümandır. Türkiye Balkanlardaki insanların hürriyetlerini sonrada aralarında kültürel, iktisadi iş birliğini sağlamak bakımından bu bölge ile ilgilenmeli ve kalıcı politikası olmalıdır.”



DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

TÜRK DÜNYASINDA YENİDEN YAPILANMA KONUSUNDA

MODEL TARTIŞMASI

Batıda ve Türkiye’de öteden beri “Türkiye’nin Müslüman Türk ülkelerine bir sistem ihracı” söz konusu edilmektedir. Son zamanlarda kamuoyunda özellikle Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetleri için “Türk modeli” bir yapılanma tartışmaları yapılmaktadır.

Kanaatimce, bu tip yaklaşımlar Batılıların ortaya attığı fitne doğurmak ve nifak mey

dana getirmek için vazedilen tuzak yaklaşımlardır. Mesela şunun gibi: “Türkiye, Sovyetlerdeki Türk cumhuriyetleri için liderlik iddiasındadır.” Bu konuda Suudi Arabistan ve İran ile çatışmaktadır. Bunlar realiteye uygun değildir. Dolayısıyla burada istenilen hedef, bu insanların hürriyetlerine kavuşmaları, asgari insanlık haklarına sahip olmalarıdır; kendi kimliklerini yönetme imkanına sahip olmalarıdır. Burada amaç, onların Rus sultasında kurtarılıp da başka bir milletin boyunduruğuna girmesi değildir. Ortada ne bir liderlik söz konusudur, ne de bu rejim ihracı.

Hadiseyi bir de şöyle düşünmek lazım. Bu insanlar her ne kadar Müslüman kimlikte iseler de 70 yıllık bir erozyona tabi olmuşlardır. Bu kardeşlerimiz İslamın temel rükünlerini kaybetmişlerdir. İslam dünyasının bütününün bir çok şeyi kaybettiği gibi. Adam kelime-i şahadet getirmesini dahi bilmiyor. Bismillah demesini bilmiyor. Bismillah demesini bilmeyen bir müslüman kitle var; karşımızda daha “La ilahe illallah” demesini bilmeyen bir müslüman var. ama iman kıvılcımı var içinde. Ona buradan ne götürebilirseniz, onun için bir katkı olacaktır. O “ben, İslam’ı öğrenmek istiyorum” diyor. Önce ilmihal, Kur’an-ı Kerim götürmek, onlara yapılabilecek ilk hizmetlerdir. Oradaki meseleyi bizim klasik İslami tartışmalar içinde düşünmemek lazımdır.

Binaenaleyh devletlerin resmi politikaları çok önemli değildir. Önce milletlerin kaynaşmasını sağlamak gerekir. Devletten gidecek bürokratların pek önemi yoktur. Devlet din adamı gönderirken İslami kurumlar da aynı şeyi yapmalıdır.

Milletlerin yapısı aşağı yukarı aynı durumdadır. Onun için burada yapılacak iş Müslüman milletlerin kaynaştırılmasıdır.

Halbuki bizim için mühim olan Türk milletinin bu ülkelerde dostluk sağlamasıdır.

Kaynaşmada Türkiye’nin potansiyel yapısı neyse o ölçüde onlar da o kadar Müslüman olacaklardır. Ama tabiatıyla ileride bizi de geçebilirler. Çünkü onların da ayrı bir bereketi vardır. İslam’ın Mekke’den sonra en çok geliştiği yerler Maveraünnehir mıntıkasıdır. Buhari’lerin, Nakşibendi Hazretleri’nin yetiştiği yerlerdir.

Bizim Türk-İslam cumhuriyetlerindeki kardeşlerimize yapabileceğimiz şey İslamı bir tevhid dini olarak sunmaktır.

Doğu Almanya’da eski valiler, generaller ve idareciler talebe gibi derse giriyorlar. Çünkü piyasa ekonomisi, iktisat, işletmecilik hakkında hiçbir bilgileri yok. Batı Almanya bugün Doğu Almanya’ya yaptırım yapmıyor. Önce insanları eğitmeye çalışıyor ve sırf bunun için önemli miktarda bir fon ayırmış durumda. Şimdi bizim de bu ülkenin insanlarını eğitmemiz lazımdır. Türkiye’nin bu konuda yapacağı çok iş vardır.

Bu çözülmede bu açıklık ve yeniden yapılanma politikasıyla iki hedef gütmüştür.

Birincisi Rusya’yı çevreleyen çember içindeki ülkelerden batıda olanların yani Avrupa’ya yakın olanların siyasi ve iktidari yükünü üzerinden atmak. Böylece Batı ile arasında devamlı bir sürtüşme mevzuu olan bu ülkelerin külfetinden kurtulmaktır. Bu sayede silahlanma yarışından kurtulmak, askeri masrafları azaltarak Doğu Avrupa’daki askeri masraflara tahsis ettiği kaynakları kendi ekonomik yapısına transfer etmektir. Doğudaki çember ülkelerde Rusya aynı politikayı gütmemiştir. Gütmediği de Azerbaycan ve diğer Asya ülkelerindeki tutumuyla ortaya çıkmıştır.



BEŞİNCİ BÖLÜM

SOVYETLER BİRLİĞİNİN DAĞILMASINDAN SONRA TÜRK DÜNYASI

Doğu bloku ülkelerinden Doğu Almanya, Batı Almanya ile birleşmiştir. Macaristan, Polonya, Çekoslovakya tedricen demokratik bir siyasi yapıya ve serbest pazar ekonomisine doğru gitmektedir. Eski doğu bloğu ülkeleri önce komünist partilerini tasfiye edip bu partileri sosyalist parti haline dönüştürmekte, çok partili sisteme geçmekte, böylece demokrasinin birinci safhası olan siyasi parti safhasını başlatmış bulunmaktadırlar. Bunu, iktisadi demokrasi safhası takip etmekte ve serbest pazar ekonomisine geçmeye, yani üretimde özel mülkiyete yer vermeye çalışmaktadırlar.

Bugün en azından Marksizm ve Komünizm bir slogan ve kavram olarak taraflarına vaad ettiği komünist cennetin tahakkuku fikri açısından iflas etmiştir. Yani o cennet gerçekleştirilememiştir.

Ama Komünizm yerini nereye bırakacaktır? Mutlak bir liberalizme mi, mutlak bir kapitalizme mi, yoksa mutlak bir karma ekonomiye mi? Bu hususun belirlenmesi ilerideki şartlara bağlıdır. Çünkü meseleyi geniş perspektifte ele alırsak, insanların meselelerini çözmek bakımından kapitalist sistem zaten tek başına muvaffak olabilseydi, sosyalizme gerek kalmazdı. Dolayısıyla kapitalist sistemin de kendi içinde sorunları vardır. Komünist sistem kendi başarısızlığını görmüştür, ama bundan dönüş nereye kadar gidecektir? Bu husus açıktadır.

Komünist bloktaki bu çöküşe rağmen dünyada ve ülkemizde hala marksizmin savunuculuğunu yapanların bulunması bu şekilde açıklanabilir : Birincisi bizdeki şahısların angaje oldukları psikolojik yapılanmadan kendilerini birden bire kurtarmakta çektikleri zorluktur. İkincisi de bunların entellektüel seviyesi dünyadaki şartları tam olarak takip etmeye yetmiyorsa kendilerini dünyanın gidişatına göre ayarlamalarında çektikleri güçlüktür.

Öte yandan Doğu-Batı yaklaşmasından bahsedilmektedir. Evvela Doğu-Batı yaklaşması derken meseleyi Batının yani Batı Avrupa’nın Doğu Avrupa ile bütünleşmesi şeklinde alırsak, manevi açıdan da ele alırsak, komünizm aynı zamanda ateizmi de beraber ihtiva ettiği için komünizmden vazgeçmek bir ideoloji olarak ele alınırsa, ateizmden vazgeçmeyi de ihtiva etmektedir. Bu durum zaten kendini göstermiştir. Sovyet Rusya’da dinlerin tekrar ortay çıkması, kiliselerin ve camilerin açılmaya başlaması, komünizmin ideoloji olarak ateizmden de ayrı feragat ettiğini göstermektedir, Gorbaçov’un daha kendi döneminde Papa’yı ziyaret etmesi bunun ifadesidir.

Şu ana kadar dinler arasında çarlık dönemindeki mücadeleleri, komünizmin içindeki suni de olsa bertaraf etmiş olan sistemin yok olması neticesinde dinler mücadelesi tekrar başlayabilir.

Batının kendi içinde ateist ve Hıristiyan olarak ikiye bölünmesinin kaldırılıp, Batı dünyasındaki Hıristiyanlık birliğinin yeniden sağlanması ile Hıristiyan dünyanın İslam dünyası be diğer dinlere karşı müşterek bir tutuma girip yeniden eski sömürgeci saldırgan durumuna dönme ihtimali mevcuttur. Böyle bir durum tabii çok tehlikeli olur. O bakımdan İslam dünyasının bunu dikkatle takip etmesi gerekecektir.

ALTINCI BÖLÜM

İSLAM DÜNYASININ UYANIŞI VE TÜRKİYE

Bugün dünyamızın son iki asırlık sanayileşme inkılabından sonra gelişmenin doruğuna varmış vaziyettedir. Bu teknolojik gelişmeye rağmen içtimai sahada da, insan ruhunda da muazzam fırtınalar kopuyor ve insanlar huzurlu değil.

İşte böyle bir bunalım halinde iken İslam dünyası içinde bir kıpırdanma başladı. Hatırlarsak 20. asrın ilk çeyreği sonunda İslam dünyası tamamen müstemlek haline düşmüştür. 1930’larda zahiri bakımdan istikbale sahip Türkiye, Afganistan, İran, belki kısmen Fas gibi 3-4 ülke vardı. Aradan bir 20 sene geçti, Batı birbiriyle çatışmaya devam etti ve “Şirden hayır doğar.” hükmünce İslam dünyası toplandı. İkinci Dünya Harbi’nden sonra bilhassa Afrika ve Asya uyanmaya başladı. İslam konferansına üye ülke sayısı 55’e yükseldi. Böylece 3 adedi 60 sene içince 55 baliğ oldu. Bugün aşağı yukarı Çin’deki Türk Müslümanlar hariç, müstemleke halinde İslam topluluğu kalmadı. Azınlıkta olanlar da birtakım statüko hakkı sağlıyorlar. Binaenaleyh Rusya gibi Çin de yıkılırsa İslam dünyası iyice ferahlayacaktır.

Böylece İslam alemindeki bu uyanış neticesinde, İslamiyet yeniden insanlığa bir çözüm tarzı olarak ortaya çıkma imkanlarını aramaya başladı. Akif merhumun “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” şeklinde ifade ettiği üzere İslamiyet bugünkü meseleler ile bugünkü neslin anlayacağı biçimde tefsir ve izah etmek cihetine gidildi. Tabii bu, kolay bir iş değildi.

Dünyada onlar hakim olduğu için İslam dünyasının kalkınmasını teyakkuzla ve dikkatle takip ediyorlar. Daha 1955 yıllarında Amerika’da bir kitap neşredilmişti. “İslam on the March” “İslam Yürüyüş Halinde” diye. Bu kitabın yazılışındaki gaye, cemiyeti ve kamuoyunu ikaz etmekti : “Dikkat edin! Bunlar uyanmaya başladı!” deniyordu.

Bugün umumiyetle İslam dünyasında iktisadi sahada söz edilirken “Ortadoğu Ülkeleri” diye bahsedilir. Ortadoğu diye literatürde işlediği ülkeler İslam dünyasıdır.

Türkiye’nin en büyük kaynağı nüfustur. İşte bu sebepten dolayıdır ki nüfus patlaması, nüfus planlaması gibi sloganlarla bu en mühim varlığımızı da engellemeye çalışmaktadırlar. Zira nüfus artışı iktisadi hayatı kamçılamakta, dinamize etmektedir.

İslam ülkelerinde birçok kaynaklar var. İnsanlarının hepsi tertemiz, pırıl pırıl Müslümanlar, ama çoğu bizim hakkımızda bilgisiz, Türkiye’yi tanımıyorlar. İstanbul’daki İslam Konferansına katılanların %70’i İstanbul’a ilk defa geldiklerini söylüyorlardı. Çünkü yıllarca Türkiye ile İslam dünyası arasında bir kopukluk vardı. Batının muazzam politikası, bizde onlar aleyhine, onlarda bizim aleyhimize işlemiştir.

Önce zihniyet önemlidir. Türkiye’nin İslam dünyasında yer almayı arzu etmesi lazımdır. İstersek gireriz. Çünkü bugün Türkiye2ye hakim olan bazı gruplar bunu istememektedir. Önce Türkiye’nin zihniyet olarak İslam dünyasına açılma siyasetini benimsemesi lazımdır.

Ondan sonra bu dünyaya girmek için yetişen yeni neslin ve yeni kadroların dil irtibatıyla kendisini takviye etmesi lazımdır. Türkiye dil bakımından çok kapalı bir ülke durumundadır. Çok içimize kapanık kaldık. Müşterek dilimiz yok. Önce, Türk dünyasıyla müşterek dil ve alfabeyi geliştirmek lazımdır. Türkçe’den gayrı iki dili bilemezsek, ne Asya’ya ne de Afrika’ya girmemiz kabil olur. Arapça ve İngilizce iki gerekli dil halindedir.

Batı dünyası hep takip ediyor, adamlarını gönderiyor. Mesela Dubai’de iken İslamı bir eğitim teşkilatına çağırdılar; gittik, görüştük, konuştuk. Çoğu Türkiye’ye gelmiş ilgili insanlar. Konuşurken solda bir adam dikkatimi çekti. Öyle oturuyor, tuhaf bakışlı, Arap kıyafetli. Tipi dikkatimi çekti, tamamen İslami meselelerden bahsedilen bu toplantıdan sonra sordum : “Kim bu adam, Müslüman mı?” “Hayır” dediler. “Bir Fransız” .“Peki ne işi var burada?” diye sorduğumda, “Vallahi geliyor, biz de git diyemiyoruz, ama kim olduğunu da bilmiyoruz.” dediler. Tabii adam Arapça biliyor, İngilizce biliyor ve topluma kolayca hulul ediyor. Adamlar casus şebekeleriyle, potansiyelleriyle giriyorlar. Kim gidiyor, ne yapıyor, ne ediyor diye merak ediyorlar.

Üçüncü mühim nokta, enformasyon, bilgi alışverişidir. İslam Konferansına dahil ülkeler birbirleriyle irtibat bakımından çok zayıf bir durumdadır. Türk-İslam ülkelerine güzel projeler götürmek lazımdır.

Burada iki önemli nokta var : Birisi ulaşım, diğeri haberleşmedir.

Herşeye rağmen Türkiye İslam dünyasında en büyük potansiyele sahip ülkedir. Pakistan ve Mısır’ın yetişmiş elemanı fazla, ama bunlar dağınık vaziyettedir. Kendi elemanını ülkesi içinde kullanan ve yetişmiş elemanı en fazla olan ülke bugün Türkiye’dir. Onun için Türkiye’nin Orta Asya ve Ortadoğu’da yer alması, hem de üst düzeyde yer alması imkanı vardır. Bunu istemek gerekir. Bunu istemek demek, diğer dünya ile irtibatı koparması manasına gelmez. Cidde’deki bir gündelik gazetenin muhabiri şöyle demiştir : “Siz İslam dünyasına dirsek çevirdiğiniz müddetçe İslam dünyası kalkınmaz, ama siz de kalkınamazsınız. Şayet siz el uzatırsanız İslam dünyasında yerinizi bulursunuz, biz de kalkınırız. Çünkü bu dünyanın size ihtiyacı var.”

Türkiye’nin bunu bilmesi ve kabul etmesi lazımdır. Bugün Avrupa, Amerika, Asya birleşmektedir. Büyük üniteler içinde Türkiye de bir çevre içinde kendini kuvvetlendirmeye mecburdur. Bütün bunları insanlar ve yeni kadrolar yapacaktır. O kadroların da bilgili ve İslam ahlakıyla bezenmiş olarak yetişmesi lazımdır. Yüzlerce, binlerce doktora tezi yapmak lazımdır. Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan arşivlerimizde yüz milyon vesika bekliyor.

Bir Malezyalı sendikacı 15 sene evvel görüştüğümüzde bana “Türkiye bir gün gelecek, dünyada muazzam bir hamle yapacaktır. Bomba gibi patlayacak.” diyordu. Demek ki dışarıdan bizi böyle görüyorlar. Kanaatimce o günler yakındır. İnşallah 2000’li yıllarda bu hedefe ulaşacaktır.



YEDİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’NİN İSLAM DÜNYASINA YÖNELİŞİ VE

MÜŞTEREK ORGANİZASYONLAR

Türkiye’nin İslam Dünyasına Yönelişi

Belli başlı İslam ülkelerinin büyük şehirlerinde daima ticaret merkezleri kurulması.
Gelişme imkanı olan sektörler içinde taahhüt ve proje işleri, gıda maddeleri, et, taze meyve ile su ve meyve suları ihracatı başta gelir. Canlı hayvan ihracatı gelişirken, helal kesilmiş olması bakımından et ihracatı rahatça gelişebilir.
Müteahhitlik sahasında başlamış olan işler gelişebilir ve yeni ihaleler alınabilir.
Türk - İslam ülkelerinde çalışan işçilerimizin para transferinde karşılaştıkları müşkülleri çözebilecek tedbirleri çoğaltmak gerekir. Ayrıca İslam ülkelerinde çalışan işgücünün sosyal sigorta kapsamına alınması, bu ülkelerle sosyal güvenlik anlaşmalarının yapılması lazımdır.
Kısa vadeli olarak düşünülebilecek bu tedbirlerin yanında uzun vadede de bazı önemli unsurların üzerine eğilmek gerekir. İşbirliğini engelleyici konular giderilmelidir. Bunların önemlileri şunlardır :

Ulaşım güçlükleri
Haberleşme güçlükleri
Finans güçlükleri
Pazarlama güçlükleri
Kültürel sahada işbirliği yapılamayışı.


Müşterek Organizasyonların Kurulması

İlk önce RCD, şimdi ECO denilen bölgesel iktisadi işbirliği çerçevesinde İran ve Pakistan ile iktisadi, sosyal ve kültürel sahada başlayan bu yakınlaşma, 1976’da Türkiye’nin İslam Konferansına üye olmasıyla bütün İslam dünyasına yayılmıştır.

Bugün sayıları 61’e ulaşan İslam ülkelerinin teşkil ettiği topluluk, Endonezya’dan Fas’a, Türkiye’den Uganda’ya, Bosna’dan Moğolistan ve Çin’e kadar dünyanın ortasını bir kuşak gibi sarmış bulunmaktadır. 1.5 milyardan fazla insanın yaşadığı 30 milyon km2 ‘lik bu alan zengin petrol ve maden yatakları, çeşitli ürünler bakımından dünya potansiyelinin beşte üçü ile beşte biri arasında değişen bir imkana sahiptir.

Şayet İslam ülkeleri bu kaynaklarını geliştirip ticaretle bütünleşebilir ve yek diğerini tamamlayabilirse, hem iktisaden süratle gelişir, hem de refah seviyesini arttırmış olurlar.

Bunu idrak eden İslam ülkeleri 1969’da İslam Konferansı’nı kurarak bunun etrafında birleşmiş ve Türkiye’de 1976’da bu konferansa katılmıştır.

Dağınık ve parçalanmış olan İslam ülkeleri ilk defa 1969 yılında Fas’ın Rabat şehrinde devlet reisleri seviyesinde toplanmış ve bu birinci zirve toplantısında daimi bir İslam Konferansı teşkilatının kurulması kararlaştırılmıştır. Bu organ, İslam ülkeleri arasında her sahada işbirliği sağlamakla görevli en büyük kuruluş olmuştur.



İslam Konferansı’nın Yan Kuruluşları ve İştirakleri

İslam Ülkeleri İlim, Teknoloji ve Gelişme Vakfı
İslam Ülkeleri Dayanışma Fonu
İslam Ülkeleri Milletlerarası Haber Ajansı
İslam Kalkınma Bankası
İslam Odalar Birliği (Ticaret Sanayi ve Borsalar Birliği)
İslam Ülkeleri Radyo Televizyon Teşkilatı (ISBO)
İslam Ülkeleri İstatistik, Ekonomik, Sosyal Araştırma ve Eğitim Merkezi
İslam Ülkeleri Teknik ve Meslek Eğitim ve Araştırma Merkezi
İslam Ülkeleri Ticareti Geliştirme Merkezi
İslam Ülkeleri Gemi Sahipleri Birliği
İslam Ülkeleri Yatırım Garantisi Müessesesi
Milletlerarası İslam Bankalar Birliği
İslam Ülkeleri Sivil Havacılık Konseyi
İslam Ülkeleri Telekomünikasyon Birliği
İslam Ülkeleri Sigorta ve Reansürans Birliği
İslam Ülkeleri Standardizasyon Birliği
İslam Ülkeleri Milli Havayolları Birliği
İslam Ülkeleri Çimento Birliği
İslam Ülkeleri Kültür Sanat ve Tarih Merkezi
İslam Kültür Merkezi
İslam Fıkıh Akademisi
İslam Ülkeleri Merkez Bankaları Birliği


SEKİZİNCİ BÖLÜM

MEKKE DEKLARASYONU VE HAREKAT PLANI

Bu anlaşamaya dayanarak 1981’de Mekke’de toplanan 3. Zirve toplantısında iktisadi işbirliği planı kabul edilmiştir.

Bu planda ticaret sektörüyle ilgili olarak ileri sürülen tedbir ve tavsiyeler arasında şunlar vardır

Üye ülke grupları arasında ticari sahada uygulanmakta olan tercihli şartların bir envanterini çıkartmak, sonra bunları kuvvetlendirip yaymak suretiyle kademe kademe üye ülkeler arası tercihli bir ticaret düzeyine ulaştırmak.
Ulaşım sahasında üye ülkeler arasında bir koordinasyon mekanizması kurma imkanlarını araştırmak ve bu yolla üye ülke müteşebbislerinin sanayici ülkelerdeki rakipleriyle rekabet etmelerini sağlamak.
İslam ülkeleri arasında İslam Konferansı dışında kurulan diğer bazı kuruluşlar da vardır.

DOKUZUNCU BÖLÜM

TÜRK VE İSLAM DÜNYASI ARASINDAKİ TİCARETİN GELİŞTİRİLMESİ

İslam Ülkeleri Arasında Ticaretin Önemi :


Dünyanın ortasını bir kuşak gibi saran İslam dünyası gerek jeopolitik durum, gerekse iktisadi kaynaklarının zenginliği itibariyle önemli bir güze sahiptir. Esasında İslam dünyasının merkezini teşkil etmektedir. Yeryüzündeki semavi dinlerin hepsi eski medeniyetlerin en önemlileri bu kuşakta doğmuş ve serpilmiştir.

Bu durum tesadüflerin sonucu değildir. Bölgedeki ülkeler zengin medeniyetlere sahne olmuşlardır.

İslam ülkeleri arasındaki iktisadi bağları süratle kuvvetlendirmek ve dar pazarlardan büyük imkanlar getirecek olan geniş pazarlara geçmek zaruretiyle karşı karşıya bulunmaktadır.

Allah’ın lütfettiği tabii kaynakları değerlendirmek
Üretim kaynaklarının finans, ticaret ve turizm sektörleriyle takviye etmek
Sanayileşme yoluyla birinci grupta elde edilen ürünlerin katma değerlerini arttırmak.


Türk ve İslam Dünyasından Dış Ticareti Engelleyen Sebepler:

Altyapı yatırımlarının eksikliği
Müessesevi faktörlerin noksanlığı
Üye ülkeler arasında ;

Pazarlama kurum ve fonksiyonlarının noksanlığı
Teşvik unsurlarının noksanlığı
Araştırma kurumlarının yetersizliği
Finans kurumlarının yetersizliği, ticari mübadeleyi engelleyen başlıca sebeplerdir.
Ayrıca ihracatın arttırılması ve çeşitlendirilmesi teşvik edilmelidir.

Bu faktörler üye ülkelerde yabancı bir kültürün gelişmesine batı modeli bir tüketim alışkanlığının doğmasına yol açmıştır. Bu sebeple üye ülkelerde bazen yabancı ithal mallarına hizmet ve proje tekliflerine öncelik verilmektedir.

Siyasi faktörler
Kültürel faktörler
Bankacılık sisteminin yetersizliği
İnsan davranışlarındaki menfi unsurlar


ONUNCU BÖLÜM

FUAR VE SERGİLERİN DIŞ TİCARETİN GELİŞMESİNDEKİ ETKİLERİ

Bu kabil ticaret merkezlerinin başlıca faydalı fonksiyonları şöyle özetlenebilir :

Muhtelif emtialar için pazar araştırmaları yaparak, işletmeleri pazarın özellikleri ve reklam kanalları hususunda aydınlatmak
İslam dünyasının muhtelif merkezlerinde ticaret fuarları düzenleyerek çeşitli bölgelerin ihraç ürünlerini teşhir etmek
Bir bilgi bankası kurarak şirketlere İslam ülkelerindeki sınai, zirai, ticari imkanlar ve inşaat sahaları hakkında bilgi vererek özel kamu ihalelerine katılmak ve lüzumlu tercüme, araştırma, toplantı, teknik bilgi temin etme hususunda yardımcı olmak.

TANRI’YA KOŞAN FİZİK

TANRI’YA KOŞAN FİZİK

Yazar: Sadettin MERDİN

Yayınevi: Timaş Yayınları



BİRİNCİ BÖLÜM:

Antik Felsefeden Modern Fiziğe

Korintoslulara Mektup 8\1: Hepimizin bilgisi olduğunu biliriz. Bilgi kibirlendirir. “Fakat sevgi bina eder.” şeklindeki ifade bilimi küçümsüyordu. Batı da; Abel Rey'in ifadesiyle “Bilim insanların faraziyelerinden dini özelliğin atılmasıyla başlar.” inancı içinde bir din-bilim kavgasıyla yola çıkıyordu.

Kilisenin ilim adamlarıyla yaptığı mücadele putperestlerle yaptığından fazlaydı.

1500'lü yıllarda dünya görüşü organikti. Avrupa'da buna bağlı ve Aristo ile kilise otoritesi hakimdi.

Bu yaklaşım 16. ve 17. yüzyılda değişime uğradı. Bu COPERNİCUS, GALİLEO ve NEWTON'un devrimci başarıları ile oldu. l7.yy bilimi Descartes’in tasarladığı “Doğanın Matematiksel Tasviri ve Analitik Akıl Yürütme” ve BACON'un “yeni araştırma yöntemine dayanıyordu”.

İlk devrim Copernic'in Batlamyus ve Kitab-ı Mukaddesin dünya merkezli evren görüşünü devirmesiyle oldu. Galileo deneyle ilmi gözlemleri matematiksel nicelikler olarak ifade eden ilk kişidir. Bu yüzden Modern Bilimin Babası olarak anılır. Galileo’nun maddesel niceliklere yöneltme stratejisi RUH, BİLİNÇ, AHLAK vb. değerleri ortadan kaldırıyordu.

Descartes, modern felsefenin kurucusu iyi bir matematikçidir. Descartes “Metod Üzerine Konuşma” adlı kitabıyla yeni prensipler getiriyordu.(İndirgemeci yaklaşım, her şeyden şüphe etme kartezyen ayrım gibi..). O, ruh-maddi alem düalizmini getiriyordu. İnsan bilimlerini zihinde, doğa bilimlerini maddede toplayan bu kartezyen ayrım Tanrıyı esas alıyordu fakat bu sonraki yüzyıllarda ters olarak işleyecekti. Descartes'e göre doğa mekanikti.

Newtoncu evren de tam bir mekanik evrendi. Newton aynı zamanda avukat, tarihçi ve kilisede vaizdi. Ona göre, Tanrı başlangıçta maddeyi ve kanunları koymuştu. Böylece evren bir saat gibi çalışmaya başladı ve o gün bugündür devam etmektedir. Daha sonraları PASCAL “İlk anda müdahalesi olan, sonra hiçbir şeye karışmayan Tanrı fikrine çok kızıyordu.

Bu mekanikçi yaklaşım l9.yy da Fransız Laplace tarafından uç noktalara götürüldü. O bütün kainatın tek formülle çözülebileceğini, geleceğin böylelikle tahmin edileceğini söyler. Hatta Napolyon “Sinyor Laplace! Büyük kitabınızı evrensel sisteminizi açıklamak için yazdığınızı söylediler ama tek kelime ile dahi Yaratan'dan bahsetmemişsiniz” der. Laplace`in cevabı şu olur “yer vermedim çünkü; böyle bir hipoteze gerek yoktu.”

Esir

Fakat bu ila-nihaye böyle sürmedi. Newton mekaniğinde ilk çatlaklar Faraday ve Maxwell'le geldi. Bunlar “güç alanları” ile ortaya atıldı, bunlar için de maddi referanslara gerek yoktu, sonradan Maxwell durumu kurtarmak için Esir kavramını ortaya attı.

Michelson-Morley deneyi ESİR DİYE BİR ŞEY OLMADIĞINI gösteriyordu. Ama kimse aklından geçirmeye cesaret edemiyordu.

Sarsıntılar

Rölativite-İzafiyet ve Kuantum teorileriyle Newton mekaniği, zaman, mekan, temel sabit parçacıklar, madde, determinist ve pozitivist felsefe derinden sarsıldı. İzafiyet teorisi KÜTLENİN ENERJİDEN BAŞKA BİR ŞEY OLMADIĞINI, parçacık denen şeylerin enerji hüzmesi olduğunu gösterdi, zamanın her mekanda farklı olabileceğini ispatladı.

Kuantum Fiziği de kuvvet varsayımlarımızı değiştirdi. Yeni kuvvet foton alışverişlerinden başka bir şey değildi. Maddenin atom altı bölümleri bize “Atomun PROTON ELEKTRON VE NÖTRON'DAN İBARET OLMADIĞINI bunlarında ikili görünüme sahip soyut parçacıklardan oluştuğunu gösterdi. Bunlar bazen dalga bazen parçacık görünüyordu, bu görünmede deney aletine ve bilim adamına bağlıydı

İşte Kuantum Fiziği bize bilimin, bilim adamının görüşlerinden farklı olmadığını da gösterdi.

Heisenberg kesin matematik formlarda fiziğin yetersizliğini, sınırlarını “belirsizlik ilkesi” ile çok güzel gösterdi. Kuantum fiziğinde bir olayı kesinlikle önceden tahmin edemeyiz; olma eğilimlerinden, bulunma olasılıklarından bahsedebiliriz. Bu da determinizmin çökmesi demektir.

Kuantum bize çok garip bir dünya vaad ediyor. Örneğin birbiriyle hiç iletişim imkanı bulunmayan iki varlık arasında çarpıcı bağlılaşım-Corelation görülebilir aynı kaynaktan çıkıp karşı yönlerden giden iki fotonun oluşturduğu çifte birbirinden çok uzakken biri üzerinde yapılan ölçümden öbürünün etkilendiği görülmüştür.

Yine elektronların bulunma olasılığının sıfır olduğu yerde magnetik alan etkilerinin duyulduğu deney sonuçları vardır.

Neils Bohr'un da gösterdiği gibi lokalize maddi parçacıkları dış ortamdan soyutlayamayız

-Bizde de bu nurlarla örtülen bir ifadedir -bir şey her şeyle alakadardır.-

Alman matematikçisi Hilbert önce küçük “Hilbert uzayını” ispatladı. Sonra bunun tersi olan “negatif delta Hilbert uzayını” kanıtladı. Burada zaman tersine akıyor önce sonuç sonra neden geliyordu. Böylece determinist nedensellik ilkesi de yıkıldı.

Modern fizik, Kartezyen ayrımı aşmakla kalmadı, şahsi değerlerden bağımsız nesnel bir doğa efsanesini de yıktı.

EİNSTEİN, diğer teorileri de rafa kaldırdı. Hareketlerin zamana bağlı olduğunu, zaman ve mekanın birlikte olup uzayıp kısalan, artan azalan, genişleyen. .vs. olabileceğini gösterdi ve de 4. boyut kavramını getirdi (en-boy-yükseklik-zaman).

1994te yayınlanan TANRI VE YENİ FİZİK kitabının yazarı Paul Davies, “ artık kainatın başlangıcını tam bir yokluğa komşu edebiliyoruz, çağımızın en önemli keşfi kainatın bir başlangıcı olduğudur”. Paul Davies devamla, “zamanı yaratan bir Allah kavramı, O'nun kainatı her an elinde tuttuğunu göstermektedir.

Davies'in yukarıda bahsettiği keşif big bang teorisidir.

Bu kısmı ünlü ŞOK yazarı Alvin Toffler yaklaşımıyla bağlarsak: Bilim, 1900'e kadar aldığı toplam yolun 10 mislini 1900'den sonra almıştır. Toffler bu olayı sadece bilimle sınırlı tutmaz.

Teoriden Gerçeğe

İlim: Bir metottan ibarettir. Bilim: Doğru düşünme, sistematik bilgi edinme sürecidir. Metod: Gerçekle bağdaşan bilgi edinme sanatıdır.

Karl Popper tarafından son yıllarda gündeme getirilen, mantıksal pozitivistlerin doğrulanabilirlik ilkesine karşı yanlışlanabilirlik ilkesi, David Hume'den beri gelen tümevarıma karşı çıktı.

Popper’in tezi çok basit bir mantığa dayanır. Bir önermeyi doğrulayamayız. Çünkü bunun için sonsuz sayıda deney yapmamız gerekir. Sonsuz deney yapamayacağımıza göre tüme varım saçmadır. Bütün canlılar tek başlıdır veya tüm kuğular beyazdır önermesi bize, hiç bir zaman bunun tersiyle karşılaşmayacağımız garantisini vermez.

Bu her şeye septik bakmak olarak algılanmamalı, şimdiki doğru kabullenmeler olmalıdır. Asıl olanlar çıktığında vazgeçip aslı kabul edilmelidir.

Bilim acaba objektif olabilir mi?.. Hayır. Zira bilim ile değer (bilim adamının şahsi değer yargıları) arasında ciddi bir ilişki vardır. Paradigmalarımız bir ölçüde deney ve gözlemlerimizi etkiler.

Bilim başlangıçta manevi temellere, kültürel unsurlara bağlı olarak ‘bilim için bilim’ diyebileceğimiz scientism anlayışına yönelmiştir.

Auguste Comte tarafından temelleri atılan pozitivizm akımı günümüze kadar gelmiş bugün ‘Viyana çevresi’ olarak bilinen mantıkçı pozitivizm ile devam etmektedir. Bu ekol deney ve bilim-sebep-sonuç dışında hiç bir şey tanımaz.

Antik dönemden beri varolan özellikle Aristo mantığındaki sebeb-sonuç arasındaki bağın zorunlu olmasına ilk itiraz edenlerden biri de İ. GAZALİ dir. İ. Gazali neden-sonuç ilişkisini inkar etmemiş, sadece bu bağın zaruriyetini kaldırmıştır. Ona göre hadise sadece alışkanlık, iktiran-peş peşe gelme hadisesidir. Güneşin doğmasıyla ışık arasındaki nedensellik ilişkisi zorunlu değil, alışılmış ilişkiler olduğunu (Güneşten hemen sonra ışığın gelmesi gibi) söylemiş esas müsebbinin Allah olduğuna işaret etmiştir.

Yazar devamla, Marx, Levi-Strauss, Kuhn vb. gibilerin görüşlerini, matematiğin fiziğe uygulanamayışından bahsediyor.

Kur'an-ı Kerim ve Bilimler

Kuranın gayesi insanlara hidayet ve rahmettir.(nahl 64)

O tabiat meselelerine bir vesile değildir. O, ne fizik ne kimya, biyoloji, jeoloji ve ne de astronomi kitabı değildir ama onlardan bahsettiğinde de akla ve gerçek bilime aykırı bir şey bulamazsınız.

Bugünün ilmi realiteleri sürekli değişiklik içindedir. Bu itibarla günümüzün izafi, gelir geçer sonuçları Kur’an tefsirine dayanak kılmak, isabetli, temkinli ve objektif bir davranış değildir. Hatta tehlikeli de olur. Bir takım eski tefsirlerde zelzele, ay ve güneş tutulmaları hakkında pek çok yanlış şeyler yazılmış, Batlamyus’un eski güneş sistemi modeline ve esir kavramına dayanarak bir kısım teviller yapılmıştır. Halbuki Batlamyus’un kozmolojik modelleri sadece bilim tarihi kitaplarında yer almaktadır. Şimdi her hangi biri bu ayetin yanlış tefsirine itiraz ettiğinde alimlere hakaret, modernizm hastalığına yakalanmak... vs suçlar itham edilmektedir.

Günümüzde pozitif ilimlerin bütün sonuçlarıyla Kuran’ı tefsir etmeye yönelik moda cereyanlar mevcuttur: Şöyle ki:

-Bilimsel bakış, icad ve çoğu doğrular geçici teoriler mesabesindedir dolayısıyla her an yanlış oldukları ortaya çıkabilir. Bu yüzden kuranı hemen yeni bilimsel buluş ve teorilerle tefsire girişmek zihinlerde tamiri zor şüpheler uyaracağı gibi Kuran’ın nihayetsiz manasını da daraltacaktır.

-Tefsir biliminden faydalanmak ayrı, Kuran’ı bilim istikametinde tefsir ayrıdır.

-Bu tarzda üstünlük göstermeye çalışmakta verimsiz ve isabetsiz bir taktiktir. Zira o zamanda kalkıp “şu şu mesele Kuran’da var mı?” diye bir kısım keşif ve teorilerin Kuran’da olup olmadığını sorabilirler.(Son söz onların olabilir.)

- * Ayrıca cin, melek, ruh, ters duran Tuğba ağacı vb. Maddesiz ruhi varlıkları anti madde ile katyonlar ile izaha kalkışmak materyalizm etkisinden başka bir şey değildir.

(Hans Von Ainbeg, Ahmet Hulusi gibi)

Bu kısımda yazar cüretkar biçimde şöyle diyor: Faraza bir büyük alim esir'den bahsetti diye esirin varolması gerekmez... .üstelik esir anlayışı Hristiyanlığın teslis inancının uzantısıdır: Yok efendim, bu şeyh, bu müceddid, bu mürşid-i kamil, bunları keşf ile keramet ile bilir.

Bu bölümün kaynak dizininden bazıları:

M Abdülfettah Şahin, Selim Uzunoğlu, Fuat Bozer....İlim ve Bilim, Töv, İz Yay., Yeni Asya Yay., Tübitak.

İKİNCİ BÖLÜM

Kuantum Fiziği Öncesi

Galileo ve Newton'un temellerini attığı ve onları izleyen 2 yüzyıl boyunca bir çok kanıtlarla güçlenen mekanik teori prestijinin zirvesine ulaştı. Bilim; hiç değilse fiziki ilimler, son aşamaya ulaşmış sayılıyor, geriye daha hassas ölçümler ayrıntılar kaldığına inanılıyordu. Galileo'dan beri bilim animistlerin (canlı) dışındaki şeylerin hepsini yüce Allah'a bağlayan telakkileri ortadan kaldırmaya çalışıyordu.

Determinizm adeta ilahlaştırılıyordu. Fizik dogmatik bir hale doğru giderken yavaş yavaş mekanik teoride çatlaklar oluşmaya ve büyüme başlıyordu.

l9.yy son yarısında İngiliz Maxwell dahice bir buluşla ışık olaylarının aslında elektromanyetik olaylardan başka bir şey olmadığını gösterdi. Optik ve elektrik birlikteliği sağlanmıştı. Ama elektromanyetikkimyayı mekanikle bağlaştırmak imkanı bulunamıyordu. Klasik mekanik olayların meydana geldiği yer olarak mutlak salt bir uzay ve zaman var sayıyordu, elektro manyetizma teorisi ise buna uymuyordu.

Mekanik teori ile alan teorisini ancak “Esir” denilen hayali bir madde bir arada tutabiliyordu. Esir denen bu madde ağırlıksız tüm boşlukları dolduran maddeydi.

20.yy başlarında öyle fiziksel hadiselerle karşılaşıldı ki bunları klasik fizikle açıklamak imkansızdı. (Siyah cisim ışıması, compton olayı, foto elektrik olayı. .)

Özetle, ışık, bazen dalga, bazen tanecik, foton görüntüsü veriyordu. Bu ikisini içine alan karmaşık teorilere ihtiyaç vardı. Böylelikle doğanın dalgacık, tanecik özelliklerini birleştiren Kuantum teorisi gelişmeye başladı.

Esirin varlığını ispatlamak için yapılan Michelson-Morley deneyi mekanik teoriyi gerçek bir bunalıma soktu. Einstein’e kadar 30 yıl açıklanamadı. Newton'un teorisi çok ciddi tenkitlere uğruyordu.

Brown Hareketi

İskoç Botanikçisi Robert Brown 1827 yılında suya bırakılan çiçek tozlarının titrediklerini, bunun adi bir mikroskopla gözlenebileceklerini söylüyordu. Brown, belirli bitkilerin çiçek tozlarını suya koyup davranışlarını incelerken bir çoğunun açıkça hareket ettiğini gördü. Sık sık yenilediği gözlemlerden sonra, bu hareketlerin sıvıdaki akımdan ve bu sıvının yavaş yavaş buharlaşmasından ileri gelmediğini bilakis taneciklerin kendi hareketleri olduğuna inandı. Brown'ın gözlemlediği şey suya konulan taneciklerin hiç durmayan kıpırtısıydı. Değişik çiçeklerin tozlarını denemek sonucu değiştirmiyordu. Hatta inorganik cisimlerin çok küçük boyuttaki parçacıkları dahi suyun içine atılınca hareket ediyorlardı. Bütün eski deneylerle çelişir gibi görünen bu hareket nasıl açıklanmalıydı? “Brown Hareketi” adı verilen nedeni üzerinde birçok kuşak hiçbir sonuç elde edemeden düşünmüşlerdi. Suya bırakılan her bir taneciğin konumu, garip bir yörüngedeydi. Şaşırtıcı olan hareketin durmadan devam etmesidir. Sallanan bir sarkaç, suya konulunca çabucak durur. Brown Hareketinde gözlemlediğimiz “asla azalmayan bir hareketin varlığı “bütün deneylere aykırı görünüyordu.

Einstein bilmeceyi çözdü. Maddenin kinetik teorisini göz önünde bulundurarak sıvının atom ve taneciklerinin kendilerine oranla çok büyük olan katı parçacıkları harekete geçirdiklerinin farkına vardı. Yani suyu oluşturan atomlar kendilerinden kat kat büyük olan çiçek tozlarını bombalamaktaydılar. Bombalanan tanecikler yeteri kadar büyükse Brown Hareketi oluşmaktaydı. Bombalanan moleküllerin belli bir enerjisi olmasaydı, başka bir deyişle onların kütleleri ve hızları olmasaydı Brown hareketi oluşmazdı. Dolayısıyla bu hareketin incelenmesinin, bir molekülün kütlesini ölçmeye yaraması hiçte şaşırtıcı değildir ... diyor Einstein. Einstein derhal bu fıkri formulize etti. Bununla da atoma şiddetle karşı çıkanları bile inandırdı.

Fotoelektrik Olay

Yüzyılımızın başında ortaya atılan iki teori fizik ve felsefe dünyamızı çok derinden etkiledi. Bunlar Kuantum ve Rölativite teorisidir. Rölativite teorisi tek başına kendi yolunda yürüyen bir adamın ürünüyken Kuantum teorisi birçok kişinin katkılarıyla oluşmuştur. Bu kişiler Planck, Einstein, Bohr, De Brogfie, Schroedinger, Heisenberg, Dirac ve Pauli... dir. Bunlann herbirine Nobel Ödülü Kuantum Teorisine katkılarından dolayı verilmiştir. Kuantum Teorisi yüzyılımızın en büyük bilimsel devrimi sayılırken Einstein’in bu alandaki katkıları da gözden uzak tutulamaz.

Isıtılarak kızıl kor haline gelmiş bir metalin çıkardığı ısı ve ışık radyasyonunun niteliği pek çok fizikçinin ilgisini çeken bir problemdi. Evrende her cisim radyasyon neşreder. (ve\veya emer). Bununla birlikte cismin emdiği radyasyon ile neşrettiği radyasyonun eşit olabilmesi için çevresiyle termal dengede olması gerekir. Böyle bir dengedeki mevcut radyasyona “siyah cisim ışıması” denir.

Ateşte kızdırılan maşa önce kızılaltı kesimine düşen uzun dalgalı radyasyon yayar. Sıcaklığın artmasıyla giderek daha kısa sarı, nihayet beyaz görünür. Daha da artmasıyla yelpazenin mor ötesi kesiminde gözle görülemeyecek kısa dalgalara dönüşür. Max Planck çalışmaya başladığında bu enerji dağılımını ölçebilmekte idi. Problem ölçme sonuçlarının beklenene uymamasından kaynaklanıyordu. Radyasyon enerjisi sürekli akış biçiminde kabul edildiğinden sınırsız uzaması gerekirdi. Ne var ki deney hiçbir maddenin nedenli ısıtılırsa ısıtılsın sonsuz enerji vermediğini gösteriyordu. Çözüm çok basitti: Radyasyonun sürekliliği fikrinden vazgeçmek. Ama doğanın sürekliliği o zamanlar su götürmez gerçek sayılıyordu. Planck çözümünün inandığı klasik fiziği sarsacağını bilmiyordu. Planck giderek temel formülüne ulaşıyordu E=h.f (h=6,625. 10(üzeri -34) joule/saniye ). Formül Planck'ın Kuantum ediği enerji parçacığı ile dalga frekansı arasındaki ilişkiyi sergilemekteydi.

Işıkta hem dalga hem de foton-tanecik özelliği göstermekte idi. Kuantum mekaniği ile bu iki durumun bir birine zıt olmadığı anlaşıldı. (bu ikilem dualite ilkesi denir.)

Kuantum Fiziği, Atom -Altı Parçacıklar

Kuantum Fiziği 20.yy bilminde en önemli kilometre taşlarından biridir. Hatta pek çok felsefi ve epistemik dönüşümler başlatan yolun gerçek başlangıcıdır. Kuantum teorisi, mikrokozmozun, atom ve onun daha alt elementer parçacıklarının doğasını tasvir etme girişimiyle ortaya çıkmıştır. Kuantum fiziği birçok bilim adamının ekip çalışması ve birbirlerine önemli katkıları sayesinde bugünkü seviyeye gelebilmiştir. Planck, Rutherford, Thomson, Beguerel, Marie Curie, Einstein, Bohr, de Broglie, Schrödinger, Dirac, Heisenberg, Paul gibi birçok değerli bilim adamının ortak ürünüdür. Kurucuları arasında Einstein'nında bulunmasına rağmen kuantum fiziğinin klasik fiziğe ve yerleşik sağ duyuya aykırı sonuçları, onu evladı sayılan bu teoriye sırt çevirdiğini görmekteyiz özellikle, bu teorinin nesnel gerçeklik kavramlarıyla çelişmesi ve diğer büyük teori rölativitenin ruhuna aykırı “ani, hayaletvari, yerel olmayan” etkileşmeler içermesi onu şaşırtmış olmalıydı ki, sağ duyuya aykırı bu teorinin geçici olduğuna inanıyordu.

Rutherford alfa ve beta ışımasını bulmuş, bir elementi diğer elemente dönüştürmeyi başarmış, atomların merkezinde (+) yüklü bir çekirdek ile bunların etrafında dolaşan (-) yüklü elektronları bulmuştu. Atom olaylarının devinimlerini açıklayan tutarlı bir teori Paul tarafından ortaya atıldı.

Heisenberg'in belirsizlik ilkesi bir parçacığın gelecekteki konumunu ve hızını hesaplayabilmek için şu andaki durumu kesin olarak ölçülebilmelidir. Örneğin elektronu ele alalım çekirdek etrafındaki hızı en az 10(üzeri 10) cm/s içinde tanımlanmalıdır aksi halde elektron atomun çekiminden kurtulup dışarıya fırlayacaktır. Bu elektronun konumunda 10 (üzeri (-8)) cm lik oynama demektir. l0 (üzeri (-8)) zaten atomun çapıdır. Bu da şu demektir; elektron aynı anda atomun her yerinde bulunabilir.

Netice olarak kuantum fiziği tek ve kesin bir sonucu öngörmez.

Yeni fizikte bir çığır da DIRAC'le açıldı. Dirac bir tek matris denklemine eşdeğer rölativistik dalga denklemleriyle ortaya atıldı. O elektronların “spin” denen açısal momentuma sahip olduklarını ve anti-parçacıkları öngörüyordu.

Yine Bohr'un da yeni fıziğe katkıları çok olmuştur.

Max Planck, Einstein, Schrödinger gibiler kuantum teorisinden ürkmüşler, bazıları kulak tıkamışlardır. Hatta “Schrödinger'in Kedisi” bu yüzden tasarlanmıştır.*

Kuantum dünyası her ne kadar bize ters gibi gelse de şimdilik deneyler onu haklı çıkarmaktadır.

(Spinlerin bizim seçimimize kadar gecikmesi, varlıkların lokal olmayan bağıntılarla irtibatlı olması, ihtimallerle yol seçilmesi vb de kuantum Haklılığı gösterir mahiyettedir)

(*) Sağlıklı bir kediyi hava alabilen bir kutunun içine koyalım. Kutuda zehirli bir gaz şişesi bulunsun. Ve bu şişe yarı ömrü 1 saat olan radyoaktif mikroskobik bir parçacıkla işleyen mekanizmaya bağlı açılıp kapansın.

Bir saat sonra kedinin ölü-canlı ihtimalleri eşittir. Kedinin durumu=canlı +ölü' dür yani kedi bir süperpoze durumunda hem ölü hem canlı gibidir. (kitap dışı olarak bkz. Bilim ve teknik Ocak '97, Bir Berilyum atomunun aynı anda iki yerde birden bulunması sağlandı.)

En Küçükler

Son birkaç on yılda proton, nötron ve elektron gibi parçacıkların LEPTON VE KUARK denen iki temel sınıftan oluştukları anlaşılmış ve bunların şaşırtıcı antileri kesinleşmiştir.

MÖ 4.yy da Demokritus maddenin mahiyeti ile ilgili düşünürken onun en küçük bölünemez bir taneciğinin bulunacağına hükmetti ve bölünemez manasına gelen `atom' adını verdi. Bu takip eden 2000 yıl boyunca değişmedi.

Atomun çapı l0-8cm olup çekirdek etrafında elektronlar dolanmaktadır.

Atomun çekirdeği toplam hacminin milyarda biri olmasına rağmen kütlesi korkunç bir şekilde fazladır (toplamın %99 97 !!!). Ve bir elektron, protonla aynı miktar elektrik yüküne sahipken kütlesi 1836'da biri kadardır.

Nötrinolar

Nötrinoların kütlelerinin yok denecek kadar az olması, manyetik alandan etkilenmemeleri, ışık hızıyla hareket etmeleri yakalanmalarını güçleştirmektedir. İlk olarak -teorik öngörüsünden 24 yıl sonra- 1956 ABD Güney Carolina’da bulunabildi.

Bunlar dünyamıza bir ucundan girip 1/25 saniyede öbür ucundan çıkabilirler. Üç çeşidi vardır; Muon, tau ve elektron nötrinosu. Bunlar hesaplanan tahmini kıyametin zamanını daha da yaklaştırır.

Pozitronlar

Bunlar elektronun kütlesine sahip, pozitif yüklü parçacıklardır. Yaşam süreleri çok kısadır.

Fotonlar; Aksiyonlar, bozon, gluon, grevitation

Bu günkü evrende her çekirdek için 20-100 milyon arası foton vardır. Fotonların antisi yoktur, (1) tam spinlidirler. Elektrik yükü ve kütleleri de yoktur.

Mezonlar

İkili kuarkın birleşmesinden oluşur (biri kuark, diğeri anti kuark). Eşit sayıda yaratılmışlardır. Pion, Kaon, Eta... gibi çeşitleri vardır.

Özel İzafiyet

...Şimdi en can alıcı noktaya geldik: ışık hızına yakın bir hızla giden tren ve üzerindeki yolcu örneğini iyi anlayalım.

Tren A noktasından B noktasına hızla hareket ediyor. Tren farz edelim ki saat tam 12'de M noktasına gelmiş olsun.

Yere göre saat tam 12'de A ve B noktalarına aynı anda yıldırım düşsün. Yerdeki gözlemci (C) şöyle diyecektir: Saat 12.00'da A ve B ye aynı anda yıldırım düştü.

Gelelim tren üstündeki yolcuya. Çok hızlı A dan B ye gittiği için A nın ışığı yerdeki gözlemciye ulaştığından daha geç ulaşacaktır. Mesela 12.10'da. Tren üzerindeki yolcu şöyle diyecektir: (B'nin ışığı, çok hızlı tren üzerindekine yerdeki C'ye göre daha çabuk ulaşacağından) 12'ye 10 kala, A ya 12.10 da yıldırım düştü.

Şimdi trenin ışık hızı ile gittiğini düşünelim. Bu takdirde A'nın ışığı hiç bir zaman yolcuya ulaşamayacaktır. Yolcu şöyle diyecektir: B noktasına yıldırım düştü. Yolcuya sorulduğunda yıldırım sadece B ye düştü A ya düşmedi.

Kitabın Üçüncü Bölümü, evren modelleri, makrokozmos gibi alt başlıklarda incelenmiş, big bang, kıyamet, karadelikler türü konularda taslak bilgiler verilmiş.

SUÇLU ÇOCUKLAR VE ÇOCUK MAHKEMELERİ

SUÇLU ÇOCUKLAR VE ÇOCUK MAHKEMELERİ

Yazarı : Hans ZULLIGER



I. Bölüm: 1-3 YAŞLARI ARASINDAKİ ÇOCUKLARDA ÇALMA EYLEMİ

Bu yaş grubu içersindeki çocukların sevdikleri nesnelerin kendi mülkiyetinde imiş gibi bir duyguya sahip oldukları görülüyor. Ama bu duygu yerini ileride karşılıklı değiş tokuş daha sonrada sevdiği arkadaşları ile paylaşma hissine bırakıyor.

Çocukların fırsatını buldukları an şeker aşırmalarına ya da gördüğü bir oyuncağı sahiplenerek diğer bir çocuğun olmasına rağmen el koyması mülkiyet duygularının tam olarak gelişmediğini görürüz. Bu fiillerinden dolayı onları suçlayamayız. Ama onlara bu tür davranışların hoş olmadığını anlatmak amacıyla küçük cezaların verilmesi, büyüdüklerinde hırsızlık yapmaya kötü bir fiil nazarıyla bakmalarını sağlayacaktır.

Ancak verilen ceza da yetersizdir. Bir çocuk yetiştiği ortam nedeniyle de hırsız olarak yetişir. Babası hırsızlığı ile ün yapmış, annesi ise eli uzunluğuyla bilinen bir çocuk bu ortamın etkisinde kalacak ve hırsız olacaktır. Bu durumdaki bir çocuğun kendisine sabırla güvenilip sevgi verilecek bir ortama alınması gerekmektedir.

Bu konuyla ilgili bir misal verelim. Hırsızlık yapan bir çocuk suçunu itiraf ettikten sonra ıslah evine değil de bir aile yanına gönderiliyor. Bu aile çocuğun çaldığı parayı sahibine veriyor ve çiftlikte çalışıp bu parayı kendilerine taksitler halinde onun ödemesini sağlıyorlar. Ayrıca çocuğun bütün eğitimi de bu aile tarafından karşılanıyor. Çocuğa gösterilen ilgi ve sevgi sonucu çocuk baba ve annesinin hırsız olmaları ve bu ortamda yetişmesi nedeniyle kazandığı hırsızlık duygunun yerini insanlara zarar vermemenin daha yararlı bir takım fiiller yapma hissine bırakıyor.

En önemli husus bir çocuğun kötü huylardan arınması zorlamayla değil içten gelerek kabullenmesine bağlıdır. Ceza korku değil, sevgiyle böyle bir değişiklik söz konusu olabilir.



II. Bölüm: ERKEN ÇOCUKSAL DÖNEMDE VİCDANIN GELİŞTİRİLMESİ VE EĞİTİMİ

Çocuklarda mülkiyet duygusunun gelişmesi ile etrafındaki eşyalara vermiş olduğu zararlardan dolayı cezalandırılacağı korkusu da ortaya çıkar.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus cezanın çocuğun kendisini sevdiğine inandığı bir kişi tarafından verilmesinin gerekliliğidir.

Çocuktaki ceza korkusu kendinin işlediği bir suçun yerine cezası daha az olacak başka bir suçu işlemiş gibi göstermesine neden olabilir. Böylece anne ve babasından az ceza güvencesi almaya çalıştığı görülür. Suçu ortaya çıkınca ama şu suçum böyle aza verdiniz diyerek kendini savunur.

Bir çocuk kırdığı meyve kabından dolayı ceza alacağını bildiğinden önemsiz ve kullanılmayan bir tabağı kırmış gibi annesinden özür diliyor. Annesinin “önemi yok” diye cevap vermesi vicdanındaki korkuyu dindiremediği için bir kez de babasından özür diler. Ondan da aynı cevabı alır. Kısa bir süre sonra meyve kabının kırıldığı ortaya çıkar ve kıracak tek kişininde evin tek çocuğu olan küçüğe sorulunca alınan cevap “ama siz önemi yok dediniz” olmuştur.

Aslında bu çocukların gerçek ile hayal arasında bir düşünce gücünden kaynaklanıyor. Erişkinler ise gerçek olayları saptayıp iç dünyalarına aktarmakla yetinirler.

Çocuklar her, zaman işledikleri suçu hafifmiş gibi göstermeye çalışmazlar. Bazen bunun yerine suçun yansıtımı yani başka biri yapmış gibi gösterme yolunu seçerler.

Küçük çocuğun şekerlikteki şekerleri aşırıp sonrada kuşun üzerine atarak cezalandırması buna bir örnektir.

Eskiden Yahudiler işledikleri suçları bir keçinin üzerine yıkar ve günah keçisi diye adlandırılan hayvanı dinsel bir seramoniye uyarak kovalayıp ya çöle terk eder ya da bir kayalıktan aşağıya yuvarlanıp ölmesini sağlarlarmış. Böylece Yehova'nın gazabından kendilerini kurtardıklarına inanırlarmış. Demek ki çocuk cezasını çekmediği kötü eylem sonucunda suçu işlemeden öncekine nazaran daha kötü olabilir.

Suç bir sevginin yitirilmesine neden olacaksa çocuk bir ön cezalandırıcı yoluna giderek bu sevgiyi kaybetmemeye çalışır. Nasıl mı? Annesinden izinsiz aldığı sosisleri yiyen çocuk, bu yaptığının fark edilmesi sonucu hem annesinin sevgisini kaybedecek hem de ceza görecektir. Bu durumdaki çocuk annesinin kendisine vereceği cezadan daha ağır bir ceza verir. Koşarken düşerek dizini sıyırır. Annesi hemen koşarak ona şefkatle yaklaşır. Bu fırsatı bilen çocuk “Düşmemi Allah istedi, sos lire izinsiz aldığım için” der. Çocuk böyle yapmakla annesinin sevgisini kaybetmez, hatta yeni sevgi kanıtlarını eline geçirir ve cezadan kurtulur.

Çocuklarda sevgi sık sık yön değiştirir. Dünyaya gözlerini açan çocuk ilk olarak annesini hisseder. Biraz büyüyünce annesinden gördüğü sevgiyi babasının araya girerek engelleyeceği endişesine kapılır. Bazen kızar ve babasını istemez. Bazı hallerde bunun terside olabilir. Anne istenmez olur.



III. Bölüm: CEZASI ÇEKİLMEMİŞ HIRSIZLIKLARA KARŞI GÖSTERİLEN VE VİCDANDAN KAYNAKLANAN TEPKİLER

Hırsızlık suçunu işleyip ele geçirilemeyen çocuklar bundan dolayı bir kıvanç duyarlar. Hatta bu eylemi tekrarlayarak büyüklere ait eşyaları aşırmanın tadını çıkarırlar.

Ama bir zaman sonra yapılan bu hırsızlıklar vicdan duvarına çarparak rahatsızlık vermeye başlar. Vicdan bulunulan yetişilen-ortamın yapısına bağlı olarak gelişen bir duygudur. Eğer bir çocuk hırsız bir ailenin çocuğu ise yapılan kötü eylemlerin sanki o kadar da üzücü şeyler olmadığı kanısına sahip olur. İyi bir gözetim altında yetişen çocuk yolda giderken bahçe duvarından sokağa sakmış meyve ağacından bir meyve koparınca bir kaç gün o sakaktan geçemeyecek kadar vicdan acısı duyar.

Vicdan hatta o kadar etkili olur ki çocuğun yaşayış tarzını bile değiştirebilir.

Bir çocuk dersleri iyi olmadığı gerekçesiyle kız kardeşini örnek alması için sık sık uyarılır. Çocuk ise babasının kız kardeşini kendisinden daha çok sevdiği düşüncesine kapılır. Bir gün babasının cüzdanından hatırı sayılır miktarda para aşırır. Ama baba bunun farkına varmaz. Çocuk çaldığı paranın farkedilmemesi üzerine vicdanı ile baş başa kalır. Vicdanı her fırsatta ona hırsız olduğunu hatırlatır. Aslında abasının kendisine göre - az olan sevgisinden mahrum olmamak için suçunu itiraftan kaçınır. Çaldığı parayı ise kendi için değil de babası tarafından çok sevildiğine inandığı kız kardeşine hediyeler için harcar. Bu hareket dahi vicdanının verdiği rahatsızlığı engellemeyince kendini kitap okumaya verir. Ayrıca evde hırçın bir tutum sergiler. Annesine karşı saygısızca davranarak ondan ceza koparmaya uğraşır. Bu cezaları yaptığı hırsızlık için sayacaktır.

Bir danışman vasıtasıyla suçunu itiraf eden çocuk yine eski yaşantısına dönüş yapar.

Çevresi tarafından kendine bir değer verilmediğine inanan çocuklar, kendilerini ispatlamak amacıyla bazen bu gibi hırsızlık olaylarına karışır. Bir de ceza görmezse kendilerine güvenleri artar ve ileride daha büyük suçlara doğru yol alırlar.

Annesinin ölümünden kendini sorumlu gören kız, babasına onun yokluğunu hissettirmemek için çok çalışır. Hatta annesinden bir zamanlar aşırdığı az miktardaki paranın cezasını çekmek amacıyla başkasının kaybettiği parayı kendi çalmış gibi gösterecek hale gelir.

Bir psikiyatriste götürülen kız bir kaç seans sonunda her şeyi açıklar. Tedavi sonunda sınıfta tembel olarak bilinen ve bedenen zayıf olan kızda bir gelişme meydana gelir. Bu da gösteriyor ki işlenen bir suçun ağırlığı sadece ruhsal yönden etkilemeyip bedenen de etkisini gösterir.

Genel olarak bir bakış yapılırsa çocukların işledikleri suçlara karşı ceza almayınca gösterdikleri beş tepki vardır.

1- Bilinçsizce kendilerini ele verirler.

2- Etrafındakileri kışkırtarak onlardan ceza almak için hırçınlaşırlar. Aldıkları cezayı esas işledikleri suça karşılık olarak kabul ederler. Ancak bunun yeterli olduğuna vicdanlarını ikna edemezler.

3- Çete kurarak işlediği suçu sadece kendisi tarafından işlenmediğini göstermektir. Böylece toplum onu tekrar arasına kabul edecektir.

4- Kendi kendini cezalandırma yoluna giderler. Bu ceza çok ağır olur. Böylece çevresindeki insanların kendisine acımasını sağlamaya çalışırlar.

5- Patolojik özellik gösteren durumlarda ise benzer bir suç saptanarak kendi üzerine alıp ceza görmek istenir.



IV. Bölüm: ÇOCUK HIRSIZLIKLARININ BİLİNÇALTI KÖKENLERİ

Çocuklar çaldıkları şeylerin cezası olarak iyi bir dayak yer ya da bu yaptığından dolayı bir müddet azarlanır ve sevgisiz bırakılır.

Ama önemli olan cezayı gerektirecek şekilde suçun işlenme nedenidir. Bunun araştırılması gerekir.

Otto adında bir çocuk postacının bisikletinde bulunan paketi aşırır. Paketin içini açan çocuk onu tuvalete boşaltır. Yakalanınca da “işe yarar bir şey vardır diye aldım. Yiyecek, giyecek ya da elişi yapımında kullanacağım bir şey...” der. Babası paketin masrafını karşılar ama olay mahkemeye intikal eder. Yargıç bilirkişi olarak bir ruh bilimciden araştırma yapmasını ister.

Yapılan araştırma sonucu çocuğun annesinin hamile olduğu ve yakında doğacak olan kardeş ile paket arasında bağlantı bağlantı olduğu görülür. Postacının eşi ebe olduğu için bebeği onun getireceğine inanan çocuk pakette olduğu düşüncesiyle hırsızlık eylemini gerçekleştirir. Bu hırsızlıktan sonra gördüğü rüyalarda ise annesini bir eve benzetip içinin boş olduğunu gördüğünü açıklamıştır.

Çocukların yaptığı hırsızlıkların temelinde bilinçaltından gelen dürtülerin rolü büyüktür. Bunun önlemek amacıyla yeterli bir eğitim verilmelidir. Ayrıca olgunlaşmasını sağlayacak şekilde güven ve sevgi. Otto'nun olayında yargıç “eskisinden daha fazla sevgi verilmesi” kararına varmıştır.

Çocuk mahkemelerinde yargıcın çocuğu ıslahevine mi yoksa ailesinin yanında gözetim altında mı tutmaya karar vermesi için işlenen suçun temeline inilmelidir. Bazen araştırma yapılmaksızın verilen ceza çocuğun vicdanındaki rahatsızlığı giderdiği görülür. Bu nedenle tekrar suç işleme arzusu ortaya çıkabilir.

Para çalan bir çocuğa verilecek en güzel ceza onu borçlandırarak taksitler halinde ödemesini sağlamaktır. Ayrıca iyi bir eğitimin verilmesi tamamlayıcı bir maiyet taşır.

Eğer psikolojik bir sorun varsa tedavi uygulanmalıdır. Tedavi sonucu çocuk daha sağlıklı davranışlar sergileyebilir.



V. Bölüm: JALONDA NİÇİN ÇALAR?

Bir kızın ailesinden yeterli ilgiyi görmemesi ve bunun ruhsal etkileri sonucu hırsızlık yapması konu edilmiştir. Mahkemeye intikal eden olay sonucu bir psikiyatrist tarafından bazı testlerden geçirilen kızın her teste verdiği tepki ve yorumları şunlardır;

Ağaç testinde kağıdın sol üst köşesine küçük bir ağaç çizmesi kızın gözden uzak olmak istediğini ortaya koyar. Ağacın bir toprak zemine yerleştirilmeyişi ailesi ile köklü ilişkilerin olmadığını gösterir. Dikenli bir görüntü arz eden ağacın üzeride bir örtü ile kaplanmıştır. Bu ise çirkinliğinden dolayı gizlenmeye çalıştığını gösterir. Sisli bir ortam çizilmeside düşüncelerindeki düzensizliği ortaya koyar.

Z testi; değişik şekillerde bezenmiş olan tablolar hakkında görüşleri alınıp sonrada bu düşüncelere göre yorum yapmaya dayanan bir testtir. Kızın düşüncelerine göre yapılan yorumlarda ise lise son sınıfta olmasına rağmen düşünce ufkunun orta 3 teki bir çocuğa eş olduğu görülmüştür. Gerçek ile hayali karıştırabiliyor.

Düss-testi ise anlatılan küçük bir olayın sonunda sorulan soruya verilen cevabın yorumuna dayanan testtir. Bu test sonunda kızın, bencil, kendini çevresinden soyutlamaya çalışan ve haksızlığa uğramış gibi gören bir kişiliğe sahip olduğu kanaatine varılıyor.

Mahkeme sonuçta kızın başka bir ortama alınmasına karar veriliyor. Bir süre sonra kızın hem ruhen, hem zekaen, hem de bedenen iyileşme gösterdiği gözleniyor.

Mahkemelerde bilirkişi ve eğitim danışmanlarının testlerine başvurarak verilen kararların çocuklar üzerinde iyi sonuç verdiği görülüyor. Bu yollarla bilinçaltı bozuklukları ortaya çıkmakta ve çocuğa yararlı olan kararın verilmesi sağlanmaktadır.

VI. Bölüm: HATALI VİCDAN TEPKİSİYLE HIRSIZLIĞA KALKIŞMAK

Bazı hallerde vicdanın sesini dinleyen çocukların buna hatalı olarak algılayıp hırsızlığa kalkıştıkları görülmüştür. Bir kızın çalıştığı dükkanın kasasından para çalması sonucu olay mahkemeye ulaşır. Yine bilirkişi raporu istenir.

Yapılan test ve görüşmeler sonucu hazırlanan raporda kızın önceden işlediği bazı hatalarından duyduğu korkunun hırsızlık yaparak duyulduğu ortaya çıkar. Ayrıca ceza gerektirmeyen bazı hataları sonucu temiz ve yıkanmamış elbise giyme gibi bir saplantısı olduğu görülür. Yeni elbiseler almak için hırsızlık yapmaya başlar.

Mahkemenin verdiği karar sonucu psikiyatrist tarafından hatalarının sonucunda temiz elbise giyme zorunluluğu olmadığına ikna edilen kızın hırsızlığa bir daha başvurmadığı görülüyor. Hatta çevresindeki insanlarla iyi ilişkilerde kurmaya başlamıştır.

SONUÇ: Çocuk suçlarında sadece bir organın değilde bir kaç organın olay üzerine eğilip karar vermesi gerekir. Ayrıca mahkemelerde çocuğu cezalandırmaktan çok onun neden bu işe kalkıştığı araştırılıp yeterli eğitimin verilmesi kararları ağırlıkta olmalıdır. Bunun sağlanması için çocuk psikolojisini iyi bilen uzman kişilere ihtiyaç vardır. Son otuz yıldan bu yana sayıları oldukça artan eğitim danışmanlarına büyük işler düşmektedir. Çocukların her türlü sorunlarını rahatlıkla açabildikleri kişi olarak görecekleri eğitim danışmanları çevre ile çocuk arasındaki bağlardan sorumlu kişilerdir. Bu bağ iyi korunursa çocukların suç işleme oranları en az seviyeye inecektir.

SİSTEM SANCISl

SİSTEM SANCISl

Yazar : Ahmet TAŞGETİREN

Yayınevi : Erkam

Baskı : İstanbul / 1991 / 320 shf



1071 tarihinde Türk’lerin Anadolu'ya girişinden Viyana bozgununa kadar olan dönem fetih şuurunun ayakta olduğu bir dönemdir. Daha sonraki dönem ise müslümanların mağlubiyet psikolojisi ile hareket ettikleri bir dönemdir. Fetih şuuru ile mağlubiyet psikolojisi Türk-Batı ilişkilerinde iki önemli kriterdir. Son üç asır yönetici ve aydınlar için ideolojik bir batılaşmanın yaşandığı bir dönemdir. Esasında Türk-Batı ilişkileri bir hakimiyet mücadelesidir.

Çünkü Batı 1071 Türklerin Anadolu'ya girişini halledilmesi gereken bir mesele olarak ele almış ve Türkleri Anadolu'dan atma esasına dayanan Şark Meselesini arkaya atmıştır. Osmanlı'da 1839 Tanzimat Fermanı 1856 Islahat Fermanı 1876 ve 1908 tarihlerindeki Meşrutiyet İlanları batılılaşma adına yapılan yenilikleri içerir. Yöneticiler ve aydınlar batının teknolojik üstünlüğü karşısında aşağılık duygusuna kapılmışlar ve reform hareketlerine girişmişlerdir. Fakat yeniliklerin özünün ne olması gerektiğini bilememişlerdir. Bu sebeple yapılan yenilikler şekli olarak kalmıştır. Mesela; Avrupa'dan tiyatro, roman ve orkestranın getirilmesi, kılık kıyafet değişikliği, Mızıkay-ı Humayun'un kurulması vb..

Yöneticiler kendi toplumlarıyla beraber kendi toplum değerlerinden kaynaklanan bir milli kurtuluş gerçekleştirecekleri yerde hazırcılığı tercih edip batıdan tablet beklemişlerdir. Batının uygarlık reçeteleri ile hilafetin kaldırılma projeleri atbaşı gitmiş ve verilen formüllerin esasında Türklerle azınlıkların eşit haklara sahip olması gerektiği üzerinde durmuşlardır. Bunun neticesinde yönetici ve aydınlar ile halk arasında uyuşmazlıklar meydana gelmiştir. Çünkü yapılan yenilikler halkın kültürel değerlerine ters düşüyordu.

Avrupa bir yandan sömürgecilik hamleleri diğer yandan Hıristiyan haçlı zihniyetinin yönlendirdiği bir strateji ile şark meselesini halletmeyi istemektedir. Osmanlı için düşünülen şablon ise şöyledir:

l. Osmanlı Avrupa'dan atılmalı.

2. İslam ülkeleri Osmanlı'dan ayrılmalı.

3. Hilafet Osmanlının elinden alınmalı.

4. Türklere yalnız Türklerle meskun bir yer verilmeli.



Türkiye ve İslam

Türkiye'de İslam milli mücadelenin sonuna kadar tek belirleyici bir konumda idi. Yani hakimiyet islamdaydı. Lozan'da uluslararası güç merkezlerinin nabzını tutan yöneticiler Türkiye'de İslam'ın konumunu tartışmışlardır. Hıristiyanlığı, pozitivist ve materyalist bir anlayışı isteyenler olmuşsa da devlete bağlı din anlayışı kabul edilmiştir.

İslam'ın radikal hareketlerle ortadan kaldırılması mümkün olmadığı gibi ferd, toplum ve devlet hayatını düzenleyen islam kendi haline bırakılması da mümkün değildi. Bu nedenle devlete bağlı din anlayışı esas alınmıştır. Bir bakıma din inanç, ibadet ve ahlak olarak ele alınıyor, dinin muamelatla ilgili olan kaideleri gözardı edilip din kul ile Allah arasına hapsediliyordu. Bu da sistemin halka güvensizliğini ortaya koyuyordu.

Türkiye yüzyılın ilk çeyreğinde halka rağmen tepeden inme olarak bir devrim yaşamış ve bu devrimin etrafında elit tabaka tarafından tabular ağı örülmüştür. Genel düşünce devrimlerin kısa sürede halk tarafından kabul göreceği ve halkın devrimlere göre şekilleneceği düşüncesi vardı. Fakat devrimler “Sezar'ın hakkını Sezar'a... Tanrının hakkını Tanrıya...” veriyordu. Bu da Allah'a acziyet isnat etmek demek olduğundan halk tarafından kabul görmedi.

Bu gün Türkiye'nîn asıl problemi toprağın tapusu, insanın imanı ve sistemin karakterinin birbirine uyum arz etmemesidir. Türkiye'de yaşanan başörtüsü problemi, Cuma'ya izin verilmemesi vb.. problemlerin temelinde bu vardır. Anayasa Türkiye'de temel hürriyetler açısından anayasanın yapımı büyük önem taşır. Türkiye'de anayasalar yapılmış halka dikte ettirilerek demokrasi makyajı yapılmıştır.

Türkiye'de anayasalar ya tek belirleyici kişilerin ya da ülke yönetimine el koyan askeri kadroların eseri olmuştur. 70 yılda hazırlanan anayasalar din hakimiyetini ön gören devlet sistemi yerine laikliğin esas alındığı devlet sistemini ön görmüştür. İslamın sistem kurucu özelliği yok edilebilirse laiklik din hürriyeti olabilir. Eğer yok edilemezse dini sınırlayan, kontrol eden bir mekanizmaya dönüşmektedir. Devlete bağlı din anlayışını esas alan sistem öğretmemek, öğrenileni yaşatmamak ve müesseseleştirmemek suretiyle toplumun islami diriliğini zaman içinde yok etmeyi amaçlamaktadır. Yani kuşatma altındaki bir islamı tercih etmektedir,

Bir Korkunun Tahlili

Türkiye'de sistemi belirleyen sistem adamlarının temel düşünceleri şöyledir:

1. Türkiye için batılı ve laik bir çerçeve düşünülmüştür.

2. Sistemin halk tabanını oluşturup oluşturmadığı konusunda tereddüt vardır. Halkın dini, sosyal. Siyasi ve ekonomik idealleri ile birleşmesi engellenmelidir.

3. Dine verilecek serbesti islam iktidarına sebep olabilir.

4. İslam iktidarına olan saldırıyı şeriat kisvesine bürümüşlerdir.

5. Devlete bağlı din şemasını esas almışlardır.

Türkiye ve AT

Ata girmek isteyen Türkiye kapıdan kovulunca bacadan girmek istemekte ve Avrupa'nın karşısına bir paketle çıkmaktadır. Bu pakette öz itibarıyla batının ara batıcı değerlerle donanmış batıcı bir Türkiye, ya da islamla donanmış batı karşısında bir Türkiye” yi seçmesi istenmiştir.

Türkiye'de islamın karşısına anti-islam bir cephe çıkarılmak suretiyle Türkiye'yi I. Dünya Savaşı'ndan sonra belirlenen konumunda tutulmak istenmektedir. Emperyalist güçler bunu gerçekleştirebilmek için 5. Kol faaliyetlerinde bulunmakta, müslüman işbirlikçilerinden faydalanmakta; hepsinden de önemlisi, emperyalist politikaların en yoğun biçimde uygulandığı yer basın ve kamuoyu oluşturma kurumlardır.

Avrupa ve Amerika, Türkiye'den;

l. Bünyesindeki islami gelişmeyi kontrol altına almasını,

2. Bölgedeki islam fundamentalizmine set çekmesini ve diğer ülkelerin laikleşmesine yardımcı olmasını istemektedir. Bir bakıma Avrupa Türkiye'den kimliğini değiştirmesini, batıcı ve laik olmasını, islamı ise dışlamasını istiyor. Bu gün Laik, Kemalist ve Batıcı diye kendilerini tanımlayan insanlar bir tedirginlik içindedir. Büyük şehirlere göç eden insanların beraberlerinde kendi kültürlerini de getirerek hemşehri kümeleri oluşturmaları, dindarların sermaye gücünün artması, akademisyenlerin çoğalması, müslümanların kendi aydınlarını, bürokratlarını yetiştirmeleri ve hepsinden önemlisi siyaset sahnesine çıkmalar bu tedirginliği arttırıyor. Çünkü sistemin sahibi olarak kendini gören bu insanlar halkın gerçek kimliği ile buluşmalarını hazmedemiyorlardı.

Uluslararası güç odakları nezdinde Türkiye'nin bir politika, eğitim, ekonomi, askeri, yargı ve bürokrasi ile ilgili bir ölçüsü vardır. Bu ölçü zorlandığı veya aşıldığı zaman bu güç odakları iç odakları da kullanmak suretiyle karşı harekete geçiyorlar.

Din Eğitimi İnsanları dinden soyutlamak mümkün olmadığı gibi din eğitimi almadan da onlar için şahsiyetleri geliştirmek ve kimlik edinmek bakımından bir haktır, bir zarurettir. Dine karşı Marksizm ikame edilmeye çalışılmış, bu mümkün olmayınca laiklik ve Kemalizm dinin karşısına konulmuş fakat o da din duygusunu öldürememiştir. Din eğitiminin ne kadar olacağını kimlere verileceğini yine islam tespit edecektir aksi taktirde o günkü şahsiyetin ortaya konulması beklenemez.

Din eğitimi denilince değişîk sorular gündeme gelmiştir. Okullara din dersi konulabilir mi? İHL sayısı artmalı mı, artmamalı mı? İHL okuyanlar mesleğini mi yapıyor yoksa üniversiteye mi gidiyorlar? Din eğitimi yapılacaksa bunu müfredatı nasıl olmalıdır. Sistemi savunan insanlar bu sorulara cevap ararken dinin birleştiriciliği, dinin halktan soyutlanamayacağını arılıyorlardı. Doğu Anadolu'daki terör problemine dinle çözüm bulmaktan ve 12 Eylül sonrası gençlerin içinde bulunduğu boşluğu dinle doldurmakta çekinmiyordu. Türkiye yeni bir sistem konusunda kararlıdır. Fakat bu sistemin ne olacağı konusunda kararsızdır. Ülkemizde sistem değişikliğinin yaşandığı 70 yıl içinde ortaya çıkan toplum yapısında insan Rabb'iyle, kendi iç dünyasıyla, bir başka insanla ve eşya ile barışık olamadı. Her 10 yılda bir sistem darbelerle kendini yeniledi ve tekrar başa döndü. Bugün dünyanın hiç bir yerinde İslam müslümanın hayatında belirleyici bir konumda değildir. İslam toplumlarını dört grupta ele almak mümkündür:

1. Sömürge islam toplumları: Sovyet Rusya ve Çin'deki gibi.

2.Bağımsız islam ülkeleri.

3.İslamın üstün değer olarak kabul edildiği ülkeler.

4.Azınlık müslümanlar.

İşgal edilmiş ülkelerde işgal edicinin “zoru”, bağımsız ülkelerde ise mevcut sistemin insanların hayatları konusundaki siyasi sınırları söz konusudur. Her ikisinde de islamın hayata tatbik edilmesi mümkün değildir.

İslam ülkelerini bugün siyasi ünitelere bölen haritalar güçlü ülkelerin kaleminden çıkmış, sınırlar cetvelIe çizilmiş, ülkeler arasında problemli topraklar bırakılmış ve kabileler devlet statüsüne sokularak aynı millete mensup insanlardan farklı devletler oluşturulmuştur. Marks'ın devlet sistemi insanı dünyada iken cennete ulaştıracak ve orada dine ihtiyaç bulunmayacaktı. Fakat Marksizm çökmüştür. Bu çöküşü batılı güçler Kapitalizm'in yegane sistem olduğuna yormuşlardır. Kapitalizm insanlara zulümden başka bir şey getirmediği gibi kendi insanını da sefalete itmiştir. Fakat Sosyalist ve Kapitalist insanı kurtaracak olan müslüman insandır. Müslüman günümüzün teknik imkanlanı kullanarak Kapitalizm'in teknolojisi ile emperyalist yüzünü ayıracak insanların ihtiyaçları ile ümmetin ihtiyaçlarının aynı olduğuna fark edecektir.



Müslüman Bir Gelecek İçin

Hicret Medine'nin nüfus yapısını kemmiyet ve keyfiyet olarak değiştirmiştir. I3 yıllık Mekke hayatında yetişen kadro Medine'de islam medeniyetinin temellerini atmıştır. Günümüz müslümanında şu üç hususun bulunması gerekir:

I. Müslümanda herşeyden önce farklılık şuuru gereklidir.

2.Müslüman bir gelecek ideali.

3.Bu idealin aradığı insanın inşası.

Bugün müslüman nüfusu islamı kuşatan güçlerin iki yönlü saldırısıyla karşı karşıyadır:

1.Yoğun bir nüfus kıyımı.

2.Eritme ve başkalaştırma operasyonu.

Müslüman bir gelecek ideali doğan her çocuğun bütün bir ümmetin sorumluluğuna tevdi edilmiştir.

Sonuç

Sistem Sancısı adlı kitapta genel olarak, Türk-Batı ilişkileri, Türkiye'deki sistem ile müslüman halk arasındaki ilişkiler ve islam ülkeleri ile Türkiye arasındaki ilişkiler ele alınmakta ve Türkiye'nin dünya konjüktüründeki hak ettiği yeri almasında islamın temel belirleyici esas olacağı üzerinde durulacaktır.

Batı Türkiye'yi islamdan uzaklaştırıp Anadolu'dan çıkarmayı ve böylece şark meselesini halletmeyi düşünmektedir. Dinin hakim güç olmaması için özellikle Türkiye'nin islam ülkeleri ile diyalogdan uzak durmasını istediği gibi halifelik ile gücün aynı elde toplanmaması için gerekeni yapmaktadır. Türkiye kendisi için batılı güçler tarafından belirlenen şablonun dışına çıkamaz. Eğer çıkar ise ülkeyi dışa karşı korumakla görevli olan ordu sistemi kuma görevini de üstlenecektir.

Türkiye'de sistem halkına güven duymamakta ve müslümana verilen bir hürriyetin kontrolden çıkmış bir islami gelişmeye yol açabileceğini düşünerek tedirgin olmaktadır. İslami kimliğe bürünen müslüman nesiller ise devamlı kendisine getirilen kısıtlamaları aşabilmek ve dinini bir bütün olarak sistemi zorlamaktadır.

Bir sistemin başansı onun toplumla sağladığı uyuma ve özde insan yapısını kavramasına bağlıdır. İnanç değerleri, ahlak sistemi, kültür yapısı, hukuk gelenekleri ve ekonomik verimleri itibarıyla toplumun birikimini göz önünde bulundurmayan sistem uygulamaları toplum tarafından reddedilmeye mahkumdur.

SİGARA

SİGARA

İLMİ TIBBİ VE FIKHİ AÇIDAN

Yazar: Ebu Bekir, Cabir el-Cezairi

Yayınevi: Bahar Yayınları



“Hükümler illetleri üzerine bina edilir” kaidesinden yola çıkarak, haram olan diğer maddelerle kıyaslamalar yaparak, çeşitli yönlerden illeti tespit eder. İlmi, Tıbbi ve Fıkhi açılardan örnekler vererek, ana illetin zarar vermek olduğundan yola çıkarak haram olduğu hükmünü verir.

Halil Günenç Hoca Efendi Fetvalar isimli kitabında bu konuyu şöyle ele alır. Sigara veya tütün denilen şey asr-ı saadette ve müçtehitler arasında olmadığı için hakkında ne ayet, ne hadis ve ne de müçtehitlerin sözü vardır. Onu Kur'an ve sünnetin ışığı altında beyan etmek için çaba göstermek lazımdırasr-ı saadette afyon denilen uyuşturucu madde de yoktu ve tanınmıyordu. Hakkında ne ayet, ne de hadis vardırama aklı izale edip sarhoş eden şarabı yasaklayan İslam dini, mutlaka aklı izale etmekle birlikte vücuda da uyuşturan afyonu da yasaklayacaktır. Bunun için ulema afyonu da yasaklayarak haram olduğunu beyan etmiştir.

Sigarada çıktığı ve halk arasında yayıldığı zaman fukaha onun hükmünü ortaya çıkarmak için, araştırmaya başladılar. Bu hususta birlik sağlanamadıysa da çoğu: “Hakkında (ayet- hadis) olmadığı için mübahtır” demişlerancak bir kimse için kesin zararlı ise, onu içen kimse fakir olup çocuklarını ve aile efradını fakr-u zaruret içinde bırakırsa, onların nafakalarını tütün ve sigaraya verirse haram olmasında şüphe yoktur[1].

TÜTÜN MADDESİ.

Sigara aslen Amerika'da yetişen bir bitkidir, ama şimdi Avrupa memleketlerinde de ekilmektedir. Boyu bir, bir-buçuk metreye varır, ılıman iklimlerde yetişir. Özellikle sıcak olan memleketlerde boynunun beş metreye vardığı da olur. Kurumuş yaprakları sigara olarak içilerek, yahut çiğnenerek veya nikotini ilaç gibi buruna damlatılarak kullanılır. Bu çok zararlı bir adettiraraştırmacılar bu maddenin insanlığa verdiği zararların içkinin verdiği zararlara eşit olduğuna işaret etmişlerdir.

Bu madde Amerika’nın keşfinden önce 15. Asırda yoktu. Avrupa'da yayılması da İspanyol gemicileri vasıtasıyla olmuştur. Onlar Amerika yetkililerini sigara içiyor buldular, onları taklit ettiler ve bu adeti Avrupa'ya getirdiler, böylece Avrupa'ya yayıldı.

SİGARA İÇMENİN HÜKMÜ

Sigara içmenin hükmü ile ilgili araştırma bizden iki şeyin hakikatının bilinmesini ister:

1. Zararın manasının ne olduğunu

2. Zararın isabet ettiği yerin ne olduğunu.

Zararın manasına gelince: Lafzı, yani kelime manası çok çeşitlidir. Bunların her biri kendisinde faydalı olmayan şeyi anlatır, yahut zorluk, darlık, kötü bir hal ve başka bir şeyde noksanlığı ifade eder.

Zararın isabet ettiği yere gelince: Bu Müslüman’a nispetle onun vücudu, dini, aklı, malı ve ırzıdır. Bu yerler ilahi şeriatın, insanın onları koruması ve muhafaza etmesi için koyduğu beş külli esastır; çünkü onlar hayatı ayakta tutan Dünya ile Ahiret saadetinin üzerinde dönüp durduğu esaslardır. Bundan dolayı İslam şeriatı bu külli esasları bozan her Müslüman için cezalar getirmiştir. Kasten adam öldüren için kısas, başkalarının malını çalan kimse için el kesme, insanların namuslarına dokunarak onların aileleriyle zina eden kimse için ölünceye kadar taşlanma, iffetli kadınların iffet ve şerefine leke sürmek için iftira atan kimseye değnek cezalarını koymuştur, koymakla da kalmayarak bu külli esaslardan birine veya hepsine birden, noksanlık veya zarar vermek ki haram kılınmış bir cinayettir.

Zararın isabet ettiği yeri böylece araştırdıktan sigaranın zararları üzerinde durulmaktadır.

1 - İnsan Vücuduna Yaptığı Zarar

Sigara insan vücuduna zararlı ve onu helak edicidir. Sigaranın insan vücuduna zarar verdiği mütehassıs doktorlar tarafından şöyle ifade edilmektedir. Zehirli bir madde olan sigaranın en tehlikeli yönleri şöyledir:

A. Nikotin: Bu gün insanlığın bildiği zehirlerin en tehlikelilerindendir. Genç bir insanı öldürmek için ondan bir miligram vermek, zerk etmek yeterlidir. Bu miktar insan vücudunda bulunan kanın bir kilogramında milyonda bir parçadır. Bir adet sigarada ise 1-3 gram arasında değişmektedir.

B. Karbon monoksit gazı: Sigara içen bu gazı burnuna çeker, bu ise zehirli bir gaz olduğundan dolayı, kandaki oksijenin zehirlenmesine sebep olmaktadır. Bunun sonucu olarak günde bir paket sigara içen kimse gücünün 1/5' ni kaybetmiş demektir.

C. Zift yahut katran: Her sigarada 15-30 miligram zift bulunur bu da zamanla sigara içen kimsenin solunum organlarında iltihaplanmalara sebebiyet verir.

Dr. Muhammet Ali Bal ise sigara hakkındaki bilgileri şöyle özetliyor.

I. Her bir sigara kişinin ömründen 5,5 dakika eksiltir. O da sigara içtiği sırada geçen zamanın ta kendisidir.

II. Her üç sigara tiryakisinden en az biri ecelinden evvel ölür. Bu görüş İngiltere Kraliyet Üniversitesi'nin resmi olarak açıklayıp neşrettiği istatistiklere göredir.

III. Son olarak ta kanser, nefes darlığı, kısırlık, zayıflık, saçların dökülmesi, damar sertleşmesi, ana rahmindeki çocukların çirkin bir hal alması, kalp sıkıştırması gibi hastalıkların her biri sigaranın sebep olduğu hastalıklardır.

2. Akla Yaptığı Zararlar:

Akıl insanoğlunun diğer yaratıklardan seçilip ayrıldığı bir hususiyettirakla zarar vermesi sebebiyledir ki içki haram kılınmıştır. Yine afyon, eroin ve diğer aklı giderici şeyler de cinsleri ve etkileri farklı olmasına rağmen, haram kılınmıştır. Bunun için içki içen kişilere de caydırıcı ve men edici cezalar konulmuştur. Bu da, bu cürümü işlemek suretiyle akla zarar veren kişiye bütün insanların huzurunda seksen değnek vurulması cezasıdır. Had cezaları akla zarar veren şeyler için ALLAH (cc) tarafından konmuş cezalardır. Çünkü onlar bir an olsun insana isabet etse insanın canlılık ve şevkini ayakta tutan aklına zarar verirler. Sigaranın da insan aklına menfi yönde tesir ettiğini ve ona zarar verdiğini görürüz. Sigara tiryakisi halini söyle açıklar: ‘Sanki gözlerim kapanmış, kafam şişmişti. Aklım almıyor anlayamıyordum. Aklım beni yanıltmıştı. Bütün bunlar sigara içtiğim içindi.’

3. Mala Verdiği Zararlar:

Kanın (canın) gözetilip sakınılması, ırzın muhafazası gibi dini hükümler içinde malın hürmeti de mertebe yönünden asla onlardan aşağı değildir. Kur' an-ı Kerimde bir ayette “Allah Teala Müminlerden canlarını ve mallarını satın aldı” başka bir ayette “Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihat ediniz” Mal ve canın haram kılınması ve yasaklanması hakkında Resulullah' ın sünneti aralarını şöyle birleştirdi: “Sizin mallarınız ve canınız size haram kılınmıştır”. Bütün bunlar İslam'da mala verilen değere işaret etmektedir. Bundan dolayı malın israf edilmesi ve saçılıp savrulmasını haram kılmış, infak edilmesi hususunda da adaletli olmayı emretmiştir. Bir başka ayet-i kerimede “Yakınına, düşküne, yolcuya hakkını ver; elindekini saçıp savurma”(İsra, 26). Bir başka ayet-i kerimede “Onlar sarf ettikleri zaman ne israf ederler, ne de cimrilik; ikisi arasında bir yol tutarlar. Bütün bu hususlar sigara içmenin yanlış bir iş olduğunu bize öğrettiği insanın vücuduna ve malına da zarar verdiğini gösterir. Bu sebeple malı israf etmenin, saçıp savurmanın haram oluşu gibi sigara içmekte haramdır.

4. Şahsiyete Zarar Verip İnsanın Şerefini Zedeler:

Sigara içmek insanın şahsiyet ve namusuna zarar verir mi ki bu sebeple haram kılınsın. Doğru cevap gerçekten sigara içmenin insan şahsiyetine zarar verdiğidir. Bir kimse insanlar içinde sigara içmesiyle bilinmeden önce utancından dolayı ne babası ne kardeşleri, amcaları, halaları gibi akrabalarının önünde sigara içmeğe cesaret edemez. Bu durum fıtrat-ı selime sahibi kimseler için sigara içmenin insan şahsiyetine leke sürdüğü ve zarar verdiğine şahitlik yapmaktadır şahit olarak da yeter.

5. Dine Yaptığı Zarar:

Sigara içmek kulun saadete ermesi veya şekavete düşmesine tesir etme makamında bulunan namaza, onu batıl hale getirecek derecede zarar verir; çünkü namaz her türlü pislikten temiz olma (hadesten taharet) şartına bağlıdır. Peygamberimiz mübarek sözlerinde “Allah Teala abdestsizlik meydana gelince, abdest almadıkça namazınızı kabul etmez.” Buyurmuşlardır. Bir başka hadislerinde “Allah temiz (abdestli) olmayanın namazını kabul etmez” buyurmuşlardır. Bir başka hadislerinde “Kişi meleklere eziyet vermemesi için sağa sola tükürmesin” Bir başka hadislerinde “ soğan, samırsak veya pırasa yiyen mescidimize gelmesin”

Sonuç olarak

Sigaranın zararlarını, çirkinliğini bu kadar açıkladıktan sonra, onun günahlığı diğer günah olan şeylerle, haramlığı diğer haram olan şeylerle eşit midir, yoksa değil midir?

Allah (cc) buyuruyor: “Günahın zahirini de batınını da terk ediniz. Günah işleyenler işledikleri günahın karşılığını göreceklerdir. “

ORYANTALİZM

ORYANTALİZM

Yazar: Edward SAİD



Kitap, önsöz, giriş ve üç uzun, on iki kısa bölüm ile bir ekten müteşekkil olup, 540 sayfadır. "Oryantalizm'in kapsamı" başlıklı birinci bölümde, gerek tarih ve tecrübe, gerekse felsefi ve siyasi temalar açısından Oryantalizm konusunun bütün boyutlarının altı çizilmektedir. İkinci bölüm, "Oryantalist yapılar :Eski ve Yeni" geniş kronolojik bir anlatım ve mühim şair, sanatçı ve bilim adamlarının eserlerinde görülen ortak bazı araçlara işaret ile, çağdaş oryantalizmin ortaya çıkışını anlatmaktadır. " Şimdilerde Oryantalizm" başlıklı üçüncü bölüm, ikinci bölümün sonundan yani 1870 den, Doğu daki büyük sömürgeci genişlemesini konu edinerek II. Dünya savaşında son bulur. Bu bölümde Doğunun İngiliz -Fransız hegomonyasından Amerikan hegomanyasına geçişi tasvir edilmektedir. Yine bu bölümde Amerika’daki oryantalizm konusundaki fikri ve sosyal gelişmelerden ve gerçeklerden söz edilmektedir.

Yazar bu eserinde Batı'lıların Doğu'yu ele alırken bütünü ile kendi görüşlerinden ve varsayımlarından hareket ettiklerini,hayallerini konuşturduklarını ve Batı'nın çıkarlarına uygun bir Doğu manzarası ortaya koyduklarını ispat etme gayretindedir. Çok defa Batı'1ı yazarların görüşlerine baş vurarak ve Batı'lı eserlerden örnekler vererek onlara günahlarını kendi ağzından itiraf ettiriyorlar.

Misal: "Onların her şeylerini tahrip ettik, felsefeleri, dinleri mahvoldu, artık hiçbir şeye inanmıyorlar, derin bir boşluğa düştüler. Anarşi ve intihar için olgun bir hale geldiler..." Lovis Massignon

· Avrupa'lı için Doğu, Avrupa'nın bir icadı olup, eski çağlardan beri insanlarda hülyalar uyandıran, garip izlenimler yaratan, kendine has yaratıkları ve manzaraları ile fevkalade deneyimlere yol açan bir yerdir.

Amerikalı'lar için Doğu, Uzak Doğu'dur. Ve özellikle Çin ve Japonya'dır. Amerika'lıların aksine Fransız'lar ile İngiliz'ler ve onlar kadar olmasa da Alman'lar, Rus'lar, İspanyol'lar, Portekiz'liler, İtalyan'lar,İsviçre'liler uzun bir Oryantalizm geleneğine sahiptirler.

· Şark’ı öğreten, yazıya döken, veya araştıran kimseye Şarkiyyatçı yada Oryantalist denir. Yaptığı şeyde Oryantalizm'dir.

· Doğu Avrupa'ya bitişik bir kara olmanın yanında, Avrupa'nın en büyük,en zengin ve en eski sömürgelerinin bulunduğu yerdir, kurduğu medeniyetlerin ve konuştuğu dilin membaıdır, kültürel uzanımıdır. En önemlisi Doğu Avrupa'nın "karşıt kalesi" olarak kendini tesisinin en büyük yardımcısıdır

Bu yönleriyle Oryantalizm, kültürel hatta ideolojik bir açıdan, arkasında müesseseler, kelimeler, ilim, tasvirler, öğretiler hatta müstemleke bürokrasileri, müstemleke usulleriyle kavramlar olan bir muhakeme biçimidir.

Oryantalizmi bir muhakeme usulu olarak ele almaksızın ve doğu hakkında söz söylerken bu muhakamanin usullerine riayet etmeksizin muvaffak olmak yani Doğu'yu politik, sosyolojik, askeri, ideolojik, bilimsel ve fikri bakımdan yönetmek imkanı yoktur. Yani Oryantalizm Şark söz konusu olduğunda otomatik olarak devreye giren ve tesir icra eden menfaatler örgüsüdür.

· Oryantalizm, Avrupa'nın Doğu hakkındaki bir uydurması değil, Batı tarafından bilinçli vücuda getirilmiş ve nesiller boyu hatırı sayılır yatırımlara konu olmuş bir teori ve pratikler bütünüdür.

· Bilgi, kendini elde edeni bir beşer olarak kendi şartlarına bağlılığını inkar edemiyor ise, Şark'ı etüt eden Avrupa'lı veya Amerika'lı da Doğu'nun karşısına önce bir Avrupa'lı yada Amerika'lı sonra bir beşer olarak çıktığını inkar edemez. Bu sebeple Oryantalizm'deki anlam,varhğını doğrudan Doğu'yu görünür, seçilir ve var kılan Batı anlatıcılarına ve Batı anlatı tekniklerine borçludur. Böylece Oryantalizm Doğu'dan daha çok Doğu'yu icat eden Batı idi ve kendisini ortaya koyan Batı kültürüyle bağlantılı idi.

· Oryantalist Balfour’un ifadelerine göre, Mısır İngiltere'nin bildiği nesnedir, İngiltere Mısır'lıların kendi kendini yönetemeyeceğini bilmektedir ve Mısır'ı işgal ederek bunu teyit etmiştir. Mısır'lılar için İngiltere'nin idari ettiği peydir. Mısır medeniyeti de İngiltere idaresine girmekle mümkündür.

· Balfour'a göre Batı'lılar vardır, birde Doğu'lular vardır. Birinciler hükmederler, ötekiler hüküm altında olmalıdırlar, buda ekseriye ülkelerin işgal edilmesi, iç işlerine tam müdahale, can ve mallarını şu yada bu Batı'lı gücün eline bırakılması demektir.

· Doğu'lular hakkında bilgi onların yönetimini kolay ve karlı kılan şeydir.

· Doğu Batı ayrımının ortaya çıkması seneler hatta yüz yıllar almıştı. Keşif seyahatleri yapılmış, ticaret ve savaş vasıtasıyla temaslar sağlanmıştı. 18. yy.. ortasından itibaren doğu-batı ilişkisinde iki ana öğe vardı

. I-) Doğu hakkındaki sistematik bilginin gelişmesi ,

2-) Batı'nın tahakkümü

· Batılı oryantalistlere göre Doğu mantıksızdır, dinsiz olup azgındır, çocuk ruhludur, sapkındır. Böylece Avrupa'lı makuldür, fazıldır, o1gun ve normaldir.

· Yazar oryantalizmi, bir kültürel tahakküm konusu olarak tahlil ve tetkik peşindedir. Buradan oryantalizm, Doğu'lu nesneleri inceleme, eleştirme, hüküm, disiplin yahut yönetim için sınıfa, mahkeme salonuna, hapishane yahut el kitabına yerleştirilen “Doğu bilgisidir".

Oryantalizm pozitif bir doktrinden ziyade düşünceye getirilmiş bazı sınırlamalar olarak anlaşılmalıdır. O, entellektüel bir kudretin ifadesidir.

· 1815'den,1914'e kadar Avrupa'nın direkt sömürge hakimiyeti yeryüzü karalarının % 35'inden % 85'ine çıktı. İngiliz ve Fransız İmparatorlukları'nın başını çektiği bu sömürgecilik faaliyetinden en fazla Asya ve Afrika kıtaları etkilendi.

· Kissinger çağdaş dünyayı kalkınmış ve kalkınmakta olanlar olarak ikiye bölüyor. Birincisi Batı'yı, ikincisi ise Doğu'yu ifade eder. Newton devrimini esas alır.

· Hindistan'daki i1k oryantalistlerin çoğunluğu ya hukuk alimi yada misyonerlik eğilimi fazla doktorlardı. Bunlar bir yandan Asya'da ıslahı kolaylaştırmak için bilim ve sanatı inceliyorlar diğer yandan da aynı inceleme ile kendi ülkelerinde bilginin ve sanatının ıslahına çalışıyorlardı.

· Napolyon Mısır'dan ayrılırken yardımcısı Kleber'e çok sıkı talimatlar verdi. Buna göre Mısır her zaman oryantalistler ve gönlü kazanılabilen dini liderler marifetiyle yönetilecekti. Napolyon Mısır'ı Fransız ilminin bir şubesi yaparak, şark ülkesinin seyyahlar, alimler, ve askerler dışındaki kimyacı, tarihçi, arkeolog vs. vasıtalarla tanınmasını tanıtılmasını sağlamıştır.

· Oryantalizmin başarıları: 19. yy'da bilim adamları üretmesi, Batı'da eğitimi yapılan dillerin sayısını artırması, neşredilen, tefsiri, tercümesi yapılan orjinal eserlerin sayısını arttırılmış olması,Doğu'ya sempati duyan,Sanskritce'nin grameri ile, eski Fenike kuruluşları ile ve Arap şiiri ile gerçekten ilgilenen öğrenciler çıkarması olarak sıralanabilir.

· Oryantalizmin kafasında değişmeyen Batı'dan tamamen farklı bir Doğu vardır.l8. yy'dan sonra oryantalizm asla kendini yenileyememiştir. Oryantaliste göre Doğu ya da Doğu'lu yabancılaşmış olan varlıktır; yani kendine nispetle bir başkası olan varlıktır. Başkaları ele alır, başkaları anlar, başkaları tanımlar, başkaları değiştirir, kendine nispetle fiilsiz olup muhtar ve hükümran değildir. Oryantalistler tetkiklerinde özcü davrandıkları için neticede ırkçılığa ulaşıyorlar.

· 19. yy'ın başlıca oryantalist alimlerini ve kurulan cemiyetlerini şöylece sıralayabiliriz: Alimler: Gobineau, Renan, Humboldt, Steintal, Burnouf; Remuşut, Palmer, Meil, Dozy, Muir'dir. Asya cemiyeti 1822, Kraliyet Asya Cemiyeti 1823, Amerikan Şark Cemiyeti 1842 vb.

· Bir yeri müstemlekeleştirmek demek, öncelikle oradaki menfaatleri ayırt etmek yada yaratmak demektir. Bu menfaatler ticari bilimsel,kültürel olabilir. Oryantalizm bu menfaatlere ulaşmada en büyük vasıtadır.

1920'lerden itibaren, bir baştan bir başa bütün üçüncü Dünya ülkelerinde, imparatorluklarla ve emperyalizm ile ilişkiler "Karşılıklı etkileşim" şeklinde olmuştur.1955 Bağlantısızlar hareketinin başlangıcında (Bantung Konferansı) Doğu artık Batı'nın imparatorluklarından yakayı sıyırmıştır. Dünyada yeni güç dengeleri oluşmuştur : SSCB ve ABD. Artık oryantalizmin karşısında siyasi sesi olan ve düşünebilen akıllı bir Doğu vardır.

· Doğu'daki ulusal bağımsızlık hareketleri Oryantalizmin kafasındaki "pasif kaderci, hüküm altındaki ırklar) fikrinin tutmadığını ve düşüncedeki Doğu ile mevcut Doğu arasında farklar olduğunu ortaya koymuştur. Halk da uzmanlar oryantalist düşüncede bir zaman aşımının ve tutarsızlığın mevcudiyetinde hem fikir idiler. İki türlü idi: Oryantalist bilim ile onun araştırdığı konu (doğu) arasında Daha önemlisi, beşeri bilimlerde kullanılan yöntemler ve çalışma araçlarıyla oryantalizmin yöntemleri ve kavramları arasında

· Çağdaş oryantaliste göre gerçek insan Batılıdır. Doğu nimetlerinin kullanım hakkında öncelikle bu gerçek insana aittir. Onun gözünde Doğu'lu: deve üstünde, eli kamalı, ukala, her türlü ahlaksızlığa meyyal, şehvet düşkünü bir insandır.

· Oryantalizmin en büyük hatası bir başka bir kültürü, milleti ya da coğrafi bölgeyi önemsememesi ve ona zaafından ayrılmayan, değişmeyecek kusurlar atfetmesindedir.

· l8.yy'da genişleme, tarihi yüzleşme, anlayış ve tasnif şeklinde ortaya çıkan düşünce dalgalanmaları çağdaş Oryantalizmin fikri kurumsal yapılarını meydana getirmiştir. Bu düşünce dalgalan aynı zamanda Doğu'yu ve özellikle İslam'ı Batı'nın dini anlayışına dayalı, dar çerçeveli tahlil ve değerlendirmelerden kurtarmıştır. Çağdaş Oryantalizmin l8.yy'da Avrupa kültürünün laik unsurlanndan meydana gelmiştir.

· I. Dünya Savaşı bittiğinde dünya topraklarının %85'i Avrupa'nın sömürgesi durumundaydı. Bu durum çağdaş Oryantalizmin hem emperyalizmin hem de sömürgeciliğin bir cephesini teşkil ettiğinin ifadesidir.

· Sacy ve onun şahsında dinci Oryantalistler Arap şiirinin batılıya zevk verebilmesi için Oryantalistin ona belli bir şekil vermesi gerektiği görüşündedirler. Yine onlara göre Doğu'lu eserler kısmen ele alınmalıdırlar. Zira Doğu'lu eserler Avrupa'ya yabancıdırlar. Daha da önemlisi sürükleyici olmamaları, yeterli zevk ve eleştirici ruhla yazılmamalarıydı.

· Renan, Sacy'nin başlattığı işi resmileştirmiş, sistemleştirmiş , onun fikri ve maddi müesseslerini ihdas etmiştir.

· Profosyonel Oryantalistin görevi, Doğu'nun parçalarını birleştirerek, bir portre yapmak, Doğu'yu bir tabloda adeta yeniden oluşturmaktır.

· İngiltere Hindistan'da biri yıkıcı diğeri kurucu çift yanlı bir vazife yapmıştır. Yıkıcı olanı Asya toplumunun imha edilmesi, kurucu olanı Asya'da, Bah toplumunu maddi temellerinin tesis edilmesidir.

· Oryantalistler insanı insan olarak değil, kümeler ya da soyut genellemeler olarak düşünürler. Samiler, Doğu'lular, Arap'lar vs...

· Oryantalistlerin bazıları özellikle ilk Oryantalistler hiç Doğu'da bulunmadan tamamen kitaplara dayalı bir Oryantalizm ortaya koymuşlardır. (Sacy ve Renan gibi...) Bazıları ise Doğu'da bulunmuş ve Doğu'lularla temas halinde bulunmuş olarak Oryantalist fikirler ileri sürmüşlerdir. Bu ikinciler Doğu'lular için hem yerli hem de yabancı idiler. Yazdıkları faydalı bilgiler idi fakat Doğu'lular için değil, Avrupa için ve onların neşriyat kurumları için bir gücün temsilcisi olarak onların içinde idiler. Vakıayı sadece dışarıdan resmediyorlardı.

· Oryantalist için Doğu cinsel arzularının tatmin yeridir.

· Avrupa'nın Doğu siyaseti ekalliyetlere konusuna istinat eder.

· İlk Oryantalistler (Renan, Sacy, Laen) Doğu’nun anlatımını mizansenli olarak gerçekleştirdiler; sonraki Oryantalistler alim veya yazar olsun sahneye sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Daha sonra sahnenin yönetilmesi gerektiği görüldü ki; yönetim oyununda kurumlar ve hükümetler şahıslardan daha fazla ön plana çıktı. İşte l9.yy'da 20.yy'la geçerken

Oryantalizmin çizdiği tablo bu şekildeydi.

· Üçüncü bölümde Oryantalizmin düşünüş ve faaliyet olarak neleri kapsadığı anlatılmaya çalışılmıştır. Oryantalizmde en fazla beliren husus Doğu ile karşılaşan batılılarda daima bir çatışma hissinin olmasıdır.

Doğu-Batı derken orada bir sınırın tayin edilmesi, Batı'ya "üstünlük ve kuvvetin" Doğu'ya ise "zaafın" atfolunmasıdır. Yapılan bütün çalışmalarda iradi olarak coğrafi bir ayrımın yapılması sıkıntılarına yüzyıllardan beri katlanılmaktadır.

Oryantalizm geleneksel öğrenim (klasikler, İncil, filoloji) kamu müessesleri (hükümetler, şirketler, coğrafya cemiyetleri üniversiteler ) ve genel eserler (Doğu tasvirleri, fantezi kitapları, seyahat kitaplar) ile ilgilenir.

Doğu'dan bahseden her Avrupa'lının ırkcı, emperyalist ve milliyetçi olduğu söylenebilir.

Yazara göre oryantalizm Doğu Batı'dan daha zayıf olduğu için Doğuya tahakkümünü öngören Doğu'nun farkım onun zayıflığından ibaret bulan siyasi bir doktrindir.

19 yy oryantalizminde önemli gelişmelerden biri Doğu hakkındaki bazı fikirlerin kristalleşmesi idi. Tescili yapılan bu fikirleri şehvet düşkünlüğü,despotluk eğilimi,sapık zihniyet,yanlış gözlem ve hafıza geriliğiydi. Artık bir şark dedi mi, okuyucunun aklına hemen bu müseccel özellikleri geliyordu. Oryantalizm bir erkekler alemiydi ve bu alemde kadın, erkeğin gücünûn yarattığı şeydi.

19. yy da ortaya çıkan "Irklar arasındaki eşitsizliğin biyolojik kökenlerine ilişkin her" Doğu- Batı eşitsizliğini tescil eden bir vasıta gibi kabul gördü.

Batı Doğu'ya, Doğu'luların aklını eğitmek için değil, şahsiyetini eğitmek için gitmiştir.

20. yy'a girerken vurgulanması gereken bir nokta da ırklar, uygarlıklar ve diller arasındaki farklarla ilgili Batı hükümlerini kat'i ve değişmez kabul edilmesidir.

· 20.yy oryantalist anlayışında artık sadece Doğu'nun anlaşılması hedeflenmiştir. Bu devrede Doğu uzmanından beklenen, Doğuyu çalışan bir makine haline getirmesi ve onda ne takat varsa Batı medeniyetinin menfaat ve araçlarını kazandırılması idi. Burada Doğu hakkındaki bilgi doğrudan faaliyete dönüşür ve sonuçlar Doğu'da yeni düşünce ve eylem akımlarına yol açar.

· Sonuç olarak: Oryantalist, Doğu tarihi denince akla gelen bir simadır,onun (Doğu) ayrılmaz bir parçası ve şekillendiricisidir, onun Batı'dan gelen karakteristik alametidir. Bir dizi inanış ve bir tahlil metodu olarak oryantalizm gelişmeye kapalıdır. Nüvesini Sami'lerin gelişmemiş oldukları şeklindeki hüküm oluşturur.