19 Şubat 2009 Perşembe

Mustafa Çetin,Dr

yazar-eğitimci

1961 Ankara doğumlu.Ankara Atatürk Lisesi'nin ardından 1981'de Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde üniversite hayatına başladı.Bu yıllarda çeşitli dergilerde sinema,tiyatro, edebiyat üzerine yazılar yazdı.Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı üzerinde çalıştı ,çeşitli makaleleri yayınlandı.

1986'da Ankara Üniversitesi Türkçe Öğretim Merkezi (TÖMER)'E girdi.İki yıl Ankara ve İzmir'de görev yaptıktan sonra İstanbul'a yerleşti.TÖMER'in İstanbul şubelerini kurdu,yöneticiliğini yaptı.Ardından Berlin'e giderek aynı kurumun Berlin şubesini kurdu.

1990'da İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Tv Ana Bilim Dalı'nda Cengiz Aytmatov hakkında yüksek lisans yaptı. Çeşitli radyo,TV,gazete ve dergilerde çalışmaları yayınlanmaya devam etti. 1994 yılında yine aynı üniversitede Cengiz Aytmatov üzerine doktora yaptı.

1998 yılından itibaren yabancılara Türkçe öğretimi konusundaki çalışmalarını Turkofoni adlı yabancılaraTürkçe öğretimi projesinde yoğunlaştırdı. 1999'da çok sayıda kitabı ve ders ekipmanı yayın landı. Ders kitabı,yardımcı kitap,anahtar kitap,kaset,CD ve diğer materyallerden oluşan bir külliyat oluştur- du.

İnternet aracılığı ile Türkçe öğreten siteler kurdu turkofoni.com,learnturkish.org gibi).Turkofoni dışında yine yabancılara Türkçe öğretimine yönelik Turkuaz adlı bir proje de yazar tarafından yürütülmektedir.Evli ve bir çocuk babası yazar İngilizce ve Almanca bilmektedir.

ESERLERİNDEN BAZILARI: TURKOFONI TÜRKÇE ÖĞREN 1,2,3,4,5,6 Ders kitapları,Turkofoni Yayınları,İstanbul,1999.

TURKOFONI TÜRKÇE ÖĞREN 1,2,3,4,5,6 İngilizce,Almanca,Fransızca vs.anahtar kitaplar,Turkofoni Yayınları,İstanbul,1999-2000.

TURKUAZ TÜRKÇE ÇALIŞALIM,TURKOFONI YAYINLARI,İSTANBUL,2000. TURKUAZ TÜRKÇE KONUŞALIM,TURKOFONI YAYINLARI,İSTANBUL,2000. AYTMATOV'A DAİR,TURKOFONI YAYINLARI,İSTANBUL,2000.

MUSTAFA ÇALIK

MUSTAFA ÇALIK


yazar

1956 yılında Gümüşhane'de doğdu.İlk ve orta öğrenimini Gümüşhane'de tamamladı.1972 yılında Türk Ülkücüler Teşkilatı Gümüşhane Şubesi'nin Denetleme Kurulu'nda bulundu.1975'de Elmadağ MHP İlçe Gençlik Kolları Başkanlığı'na seçildi.1977'de Ülkü Ocakları Genel Merkez Yönetim Kurulu'na seçildi ve Propaganda Masası sorumluluğuna getirildi.1978-1979 yıllarında MHP Araştırma Merkezi ve Parti Okulu'nda vazife yaptı.1978 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu.

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra bir grup arkadaşıyla beraber Yeni Sözcü dergisinin kuruluşunda bulundu ve Fazıl Mustafa müstearıyla köşe yazıları yazdı.1983'te Hamle dergisinin çıkışına katkıda bulundu ve müstear isimle bu derginin yazar kadrosunda yer aldı.1980 yılında Uzman Yardımcısı olarak çalışmaya başladığı Devlet Planlama Teşkilatı'nda 1984'de uzman oldu.1985-1987 yılları arasında ABD'de Denver Üniversitesi'ne bağlı Milletlerarası Çalışmalar Lisansüstü Okulu (GSIS)'da Milletlerarası Politika Master'i yaptı.1989 yılına kadar DPT'de çalışan Çalık aynı yıl görevinden istifa ederek, bir grup arkadaşıyla birlikte Türkiye Günlüğü dergisini yayınlamaya başladı.1981 yılında SBF'de başladığı siyaset ilmi doktorasını, MHP Hareketi'nin Siyasi Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları başlıklı bir tez savunarak, 1992 yılında tamamladı.1983-1984 ders yılında Ankara ve Hacettepe üniversitelerinin muhtelif bölümlerinde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi dersleri verdi.1996-1997 ders yılında Hoca Ahmet Yesevi Türk-Kazak Üniversitesi'nde Değişim ve Yenileşme Tarihimizin Temel Problemleri başlıklı lisansüstü bir ders okuttu.Halen Türkiye Günlüğü dergisinin Genel Yayın Müdürlüğü'nün yanı sıra Türk Ocakları Yüksek Hars Heyeti azalığı da yapan yazar, 18 Nisan 1999 genel seçimlerinde MHP'den Gümüşhane (ikinci sıra) milletvekili adayı oldu ve az bir oy farkıyla seçilemedi.Yeni Ufuk (1997) ve Ayyıldız (1999) gazetelerinde kısa süre köşe yazarlığı yaptı.

ESERLERİ:
*MHP Hareketi/ Kaynakları ve Gelişimi Cedit Yayınları Ankara 1996
*Siyasi Yazılar Cedit Yayınları Ankara 1998

HAKKINDA YAZILANLAR
1.Türkiye Günlüğü Mektebi Ahmet Turan Alkan Zaman 9 Temmuz 1998
2.15 Şubat, Gümüşhane ve Mustafa Çalık Ahmet Turan Alkan Zaman 15 Şubat 1999
3.İnsan Hakları Beşir Ayvazoğlu Zaman 1 Eylül 1999
4.Defterimde 40 Suret Beşir Ayvazoğlu Ötüken Y. İstanbul 1996
5.Hizmet Herşeyin Üstünde Olacak Ortadoğu 3 Mart 1999

MEHMET NiYAZi

MEHMET NiYAZi

(1942- ) Yazar, Akyazı'da doğdu. Soyadı Özdemir'dir. İ.Ü. Hukuk Fakültesi'ni bitirdi (1967). Almanya'da Marlburg, Bonn ve Köln üniversitelerinde Türk Kamu Hukukunda Temel Hürriyetler konusunda doktora yaptı.

iKi DÜNYA ARASINDA

Tanıtım Yazıları: Almanya'da okuyan bir Türk gencinin bir Alman kızına aşkının hikâyesidir.

VAROLMAK KAVGASI

İmam-Hatip mezunu idealist bir gencin, Türkiye'deki çarpık zihniyet karşısındaki mücadeleri ve başından geçenler, eserin konusunu teşkil etmektedir.

ÖLÜM DAHA GÜZELDi

Azerbaycan'dan Türkiye'ye sığınmış ve Türkiye'de Ağır Ceza Reisliği'nden emekli olmuş ve rahmete kavuşmuş bir Azerbaycanlı Türk'ün, anayurdunda başından geçenler etrafında cereyan eden bir roman.

iSLAM DEVLET FELSEFESi

Yazar bu kitapta İslâm'ın temel prensipleriyle İslâm tarihinde geçmiş uygulamaları hukuk mantığıyla ele alarak İslâm'da "devlet"in ne olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır.

YAZILAMAMIŞ DESTANLAR

Said Nursî ve arkadaşları Süleyman Askerî, Eşref Kuşçubaşı gibi zevatın Balkan Harbi'nde Edirne'yi Bulgarlar'dan geri alışları ve Batı Trakya'da ilk Türk Cumhuriyeti'ni kuruşlarının belgeler dayanan hikâyesidir.

TÜRK DEVLET FELSEFESi

Türk milleti kadar kaderini devletiyle bir görmüş başka millet yoktur. Ne yazık ki Türk devletinin analizi yetirince yapılamamıştır. Belki geçmişte buna ihtiyaç duymuyorduk; çünkü bir cihan devletimiz tarih sahnesinden çekilirken, bir yenisi doğuyordu... Ama bugün devletimizi tanımaya muhtacız; ancak onunla mazimize layık bir yere gelebiliriz. Bu yüce ideale yardımcı olabilecem inancıyla "Türk Devlet Felsefesi"ni yayınlıyoruz.

Mehmed Ekif Ersoy

Mehmed Ekif Ersoy Mehmed Ekif Ersoy

İstiklal Marşı Şairi

1873 yılında İstanbul'da doğdu. Bir medrese hocası olan babası doğumuna ebced hesabıyla tarih düşerek ona "Rağıyf" adını vermiş, ancak bu yapay kelime anlaşılmadığı için çevresi onu "Âkif" diye çağırmıştır. Babası Arnavutluk'un Şuşise köyündendir, annesi ise aslen Buharalı'dır. Mehmed Âkif ilköğrenimine Fatih'te Emir Buharî mahalle mektebinde başladı.Maarif Nezareti'ne bağlı iptidaîyi ve Fatih Merkez Rüştiyesi'ni bitirdi.Bunun yanı sıra Arapça ve İslami bilgiler alanında babası tarafından yetiştirildi. Rüştiye'de "hürriyetçi" öğretmenlerinden etkilendi. Fatih Camii'nde İran edebiyatının klasik yapıtlarını okutan Esad Dede'nin derslerini izledi. Türkçe, Arapça, Farsça, ve Fransızca bilgisiyle çevresindekilerin dikkati çekti. Mekteb-i Mülkiye'nin idadi (lise) bölümünde okurken şiirle uğraştı. Edebiyat hocası İsmail Safa'nın izinden giderek yazdığı mesnevileri şair Hersekli Arif Hikmet Bey övgüyle karşıladı.Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine mezunlarına memuriyet verilen bir yüksek okul seçmek zorunda kaldı. 1889'da girdiği Mülkiye Baytar Mektebi'ni 1893'te birincilikle bitirdi. Ziraat Nezareti emrinde geçen yirmi yıllık memuriyeti sırasında veteriner olarak dolaştığı Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da köylülerle yakın ilişkiler kurma imkanı buldu. İlk şiirlerini Resimli Gazete'de yayımladı.1906'da Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907'de Çiftçilik Makinist Mektebi'nde hocalık etti. 1908'de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine tayin edildi. İlk şiirlerinin yayımlanmasını izleyen on yıl boyunca hiçbir şey yayınlamadı.1908'de II. Meşrutiyet'in ilanıyla birlikte Eşref Edip'in çıkardığı Sırat-ı Müstakim ve sonra Sebilürreşad dergilerinde sürekli yazılar ve şiirler yazmaya başladı.1913'te Mısır'a iki aylık bir gezi yaptı. Dönüşte Medine'ye uğradı. Bu gezilerde İslam ülkelerinin maddi donatım ve düşünce düzeyi bakımından Batı karşısındaki zayıflıkları konusundaki görüşleri pekişti. Aynı yılın sonlarında Umur-u Baytariye müdür muavini iken memuriyetten istifa etti. Bununla birlikte Halkalı Ziraat Mektebi'nde kitabet ve Darülfunun’da edebiyat dersleri vermeye devam etti.

Teşkilat-ı Mahsusa ve Milli Mücadele’de

İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdiyse de cemiyetin bütün emirlerine değil, sadece olumlu bulduğu emirlerine uyacağına dair and içti. I.Dünya Savaşı sırasında istihbat teşkilatı Teşkilât-ı Mahsusa tarafından Berlin'e gönderildi. Burada Almanlar'ın eline esir düşmüş Müslümanlar için kurulan kampta incelemeler yaptı. Çanakkale Savaşı'nın akışını Berlin'e ulaşan haberlerden izledi. Batı’nın gelişme düzeyi onu derinden etkiledi. Yine Teşkilât-ı Mahsusa'nın bir görevlisi olarak çöl yoluyla Necid'e ve savaşın son yılında Lübnan'a gitti. Dönüşünde yeni kurulan Dâr-ül -Hikmetül İslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine getirildi. Savaş sonrasında Anadolu'da başlayan direniş hareketini desteklemek üzere Balıkesir'de etkili bir konuşma yaptı. Bunun üzerine 1920'de Dâr-ül Hikmet'deki görevinden alındı. İstanbul Hükümeti Anadolu'daki direnişçileri yasa dışı ilan edince Sebillürreşad dergisi Kastamonu'da yayımlanmaya başladı ve Mehmed Âkif bu vilayette Milli Mücadele hareketine katkısını hızlandıran çalışmalarını sürdürdü. Nasrullah Camii'nde verdiği hutbelerden biri Diyarbakır'da çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldı. Burdur mebusu sıfatıyla TBMM'ye seçildi.

İstiklal Marşı

Meclis'in bir İstiklâl Marşı güftesi için açtığı yarışmaya katılan 724 şiirin hiçbiri beklenilen başarıya ulaşamayınca maarif vekilinin isteği üzerine 17 Şubat 1921'de yazdığı İstiklal Marşı, 12 Mart'ta birinci TBMM tarafından kabul edildi.Mısır’a Gidiş Sakarya zaferinden sonra kışları Mısır'da geçiren Mehmed Âkif, daha sonra sürekli olarak Mısır'da yaşamaya karar verdi. 1926'dan başlayarak Camiü'l-Mısriyye'de Türk dili ve edebiyatı müderrisliği yaptı. Bu gönüllü sürgün hayatı sırasında siroz hastalığına yakalandı ve hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya birer gezi yaptı. Yurdunda ölmek isteği ile Türkiye'ye döndü ve 27 Aralık 1936'da İstanbul'da öldü.

Dil Anlayışı Konuşma diline yaslandığı için kolayca yazılıvermiş izlenimi veren şiirleri biçime ilişkin titiz bir tutumun örnekleridir. Hem aruzdan doğan bağların üstesinden gelmiş, hem de şiirin bütününü kapsayan bir iç musiki düzenini gözetmiştir. Dilde sadeleştirmeden yana olan tutumunu her şiirinde ortaya koymuştur.Mehmed Âkif nazım diline bu dilin tabii yapısını bozmadan elverişli olduğu gelişmeyi kazandırmış ve aruz veznini yumuşatmıştır. Bu aynı zamanda Türkçe'nin şiir söylemedeki imkanlarının ne ölçüde geniş olduğunu göstermesi demektir. Mehmed Âkif dilin toplumsal kimliğini öne çıkarmış,üslupta özgünlük ve kişiselliğe ulaşmıştır.Yenilikçi bir şair olarak, yaşadığı dönemde görülen ölçüsüz yenilik eğiliminin bozucu etkilerine, ölçüsü işleviyle bağlantılı bir şiir kurmak suretiyle sınır çekmeye çalışmıştır.

ESERLERİ Safahat, Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Âsım, Gölgeler.

İbrahim Sadri - (1963)

İbrahim Sadri - (1963)

İstanbul'da doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. İstanbul Üniversitesi işletme Fakültesi'nde okudu. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlandı. Yedi yıl tiyatroyla uğraştı. Turnelere çıkarak, Anadolu'yu yakından tanıma imkânı buldu. Radyo ve televizyonlarda programcılık ve sunuculuk yaptı. Halen bir özel televizyonda program yapmaktadır. Şiir ve tiyatro kasetleri de bulunan şairin Memleket Havaları adında bir şiir kitabı vardır.

Şiirlerinden Örnekler;

KIRIKHAVA
ah yabangülü
ah karahazer çiçeği
ah gurbetin şivanyıldızı
bir dağda bıraktığım
bir dağda bulacağım leyla menevşesi
günyüzü görmemiş memleketgülüm olursa
bir yağlı kurşundan olur ölümüm

bir seherde açsınlar bağrımı
en deli ruzigârlar essin
en yiğitti desinler
en filinta
en hercai fiyaka
dönüp baktıkları zaman
bir oltu tespihi
bir gümüş tabaka
bitlis tütününden yarım kalmış bir sarma cigara
şeyh izzettin'in dünyanın bütün çocuklarına yazdığı muska
ve sevda adına
kurutulmuş bir karanfil bulsunlar
mintanımın altında.

ah yabangülü
ah karahazer çiçeği
ah gurbetin şivanyıldızı leyla menevşesi

yağmurlu bir akşamda, duldada
dedemden öğrendiğim ilk duam gibi
yeşil ceviz altında koşturan karınca gibi
Harran üstünde her gece parlayan Süreyya gibi
emek gibi toprak gibi
kan gibi hoyrat gibi
adilcevaz fırtınası yedidağın eşkiyası gibi
yasak gibi bayrak gibi baskın gibi
erişilmez bir şeydi seni sevmek.

ah leyla menevşesi
ah yabangülü
ah yaktığım o içli türkü
hani o zalım diyen, hani o hayın
hani o
kaç para eden perakendesi
şu üç kuruşluk perişan dar-ı dünyanın

hepimiz geldik zulümlere
hepimizin içinde biraz düşünce biraz öfke
toprakdamlar altında uykusuz bekledikçe
şeyh izzetini toprağa verdiğimiz gece
sakalları ağardı dünyanın
yediyıldız koptu gökte
yedi yumruk yedim yüzüme
sevdim seni ve yakalandım
ah leyla menevşesi
ah yabangülü
ah karahazer çiçeği

sattılar beni pazarda
göksüme şifasız ecza sürdüler
ve yürüdüler
gençliğimin üzerinde
yağmur da yağıyordu
kuşlar da vardı
uzandım yıldızlara tutamadım
saçlarım ağardı şehir zindanlarında
alem uykudaydı
adilcevaz uykudaydı
sevdam menevşem memleketgülüm uykudaydı
kuyudaydım
saçlarım ıslanmıştı
sahtiyan uykudaydı
çıplaktı üzerim
mintanım kana bulanmıştı
ah karahazer çiçeğim
sen uzaktaydın yıldızlar uzaktaydı
zühre uzaktaydı tarık uzaktaydı
adilcevaz uzaktaydı şeyh izzettin uzaktaydı
memleket uzaktaydı

ah bir dağda bıraktığım
bir dağda bulacağım leyla menevşesi
ah gurbetin şivan yıldızı
sen de böyle gideceksen
memleket böyle ağlayacaksa
ben kabuslarına tabir düzeceksem
şehir eşkiyalarının
kıyamet diyeceksem
ve seni bekleyeceksem
bütün kuyulara

bütün sunaboyunlu dağlara adını bağıracaksam
yırtılan mintanım
akan kanım
ağaran saçlarım
ve memleketim için
dön diyeceksem
dön
dön yabangülü
dön karahazer çiçeği
dön gurbetin şivanyıldızı
dön leyla menevşesi, memleketgülü

yağmurlu bir akşamda, duldada
dedemden öğrendiğim ilk duam gibi
yeşil ceviz altında koşturan karınca gibi
Harran üstünde her gece parlayan Süreyya gibi
emek gibi toprak gibi
kan gibi hoyrat gibi
adilcevaz fırtınası yedidağın eşkiyası gibi
yasak gibi bayrak gibi baskın gibi
erişilmez bir şeydi seni sevmek.

ah yabangülü
ah leyla menevşesi
bir seherde açsınlar bağrımı
en deli ruzigârlar essin
en yiğitti desinler
en filinta
en hercai fiyaka
dönüp baktıkları zaman
bir oltu tespihi
bir gümüş tabaka
bitlis tütününden yarım kalmış bir sarma cigara
şeyh izzettin'in dünyanın bütün çocuklarına yazdığı
muska
ve sevda adına
kurutulmuş bir karanfil bulsunlar
mintanımın altında.

ah yabangülü
ah karahazer çiçeği
ah gurbetin şivanyıldızı
ah bir dağda bıraktığım
bir dağda bulacağım leyla menevşesi

seni sevmek var ya seni sevmek
seni sevmek memleket
memleket seni sevmek

Hüseyin Rahmi Gürpinar

Hüseyin Rahmi Gürpinar
19 Ağustos 1281/1864 tarihinde İstanbul'da doğdu. Hünkar yaveri Mehmet Sait Paşa'nın oğlu olan Hüseyin Rahmi, üç yaşında iken annesinin ölümü üzerine Girit'te bulunan babasının yanına gönderildi. İlkokula başladı ancak babasının evlenmesi üzerine altı yaşında tekrar İstanbul'a anneannesinin yanına gönderildi ve eğitimine burada devam etti. Yakubağa mektebi, Mahmudiye Rüşdiyesi ve idadide okuyan Hüseyin Rahmi, tarihçi Abdurrahman Şeref Bey'in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye'ye girdi (1878). Okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçiren Hüseyin Rahmi buradaki öğrenimini yarıda bıraktı (1880). Kısa bir süre, Adliye Nezareti Ceza Kalemi'nde memur, Ticaret Mahkemesi'nde Azâ Mülazımı olarak çalışan Hüseyin Rahmi hayatını kalemiyle kazanmaya çalıştı. 1887'de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başlayan Hüseyin Rahmi, ardından İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde 37 sayı süren "Boşboğaz ve Güllâbi" adlı bir gazete çıkardı. İbrahim Hilmi Bey ile birlikte çıkardığı "Millet" gazetesi de uzun ömürlü olmadı. Bundan sonra çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine neşretti. 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuzbir yılını geçirdiği Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde öldü ve oradaki Abbas Paşa mezarlığına defnedildi.

Öykü Kitapları

Kadınlar Vaizi (1920), Meyhanede Hanımlar (1924), Namusla Açlık Meselesi (1933), Kâtil Bûse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1933), Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)

Bir Öykü - MiSAFiR (*)

Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de çocuk... Dört can... Şimdi her gün iki okka ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sıkışmaya mecbur oldu.
Ne havsalası geniş, ne saygısız, ne vurdumduymaz misafirdi bunlar... Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuzdan, ne kinayeden... En açık istiskallere karşı "sinik" bir tebessümle mukabeleden hiç sıkılmıyorlardı.
Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Hane sahibi İzzet Efendi ise işretin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, musalli bir zat...
Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük şişe, ötekinde kağıda sarılı birkaç zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara kadar ağır ağır ziftlenir. İzzet Efendi'yi yemeğe bekletir. İçtikçe zevklenir. Dinletir, dinletir. Zavallı adamcağızı bitahammül bırakır, sıkıntıdan öldürürdü.
Beş altı akşam bu işkenceye tahammülden sonra nihayet hane sahibi bir gece dayanamadı. Açık bir suratla:
-Efendim, bu olur mu? Her akşam cebinizde rakı ile geliyorsunuz... dedi.
Yüzsüz misafir bu muhik itirazı hemen diğer suretle tefsire atılarak:
-Efendim misafirperverliğinizin cidden mahcubiyim. Çoluk çocuk ailece efendimize kaç gündür bâr olup duruyoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de onu da mı size aldırtayım efendim? Lütufkârlığın bu derecesiyle her türlü uluvvü semahatin fevkıne çıkıyorsunuz. Yok artık bu kadarcığına müsaade buyurunuz. İçki masrafımı olsun kendim edeyim...
Deyince, misafirin bu pek nikbinane tefsir ve telakkisine karşı hayrete düşen ev sahibi maksadı böyle demek olmadığını izah için birkaç söz kekelemeye uğraşmış ise de birbirine taban tabana zıt bu anlatışla anlayış arasında hakikat zayi olup gitmişti.
Halil Efendi Anadolu Kavağı'nda ufak bir memurdu. Ailece düştükleri müzayakaya bir çare bulmak için Irgat pazarında mutasarrıf oldukları bir dükkanı vefaen ferağ ederek biraz para almak üzere Istanbul'a gelmişlerdi. Gazetelere: "Nakdiniz varsa işletelim. Yoksa teminat üzerine pek ehven şeraitle istediğiniz kadar hemen para verelim." tarzında ibareler ve türlü namlarla ilânlar vererek müşteri celbeden idarehanelere Halil Efendi hep birer birer baş vurdu. Bu işleticilerden çoğunun müstakrizlerin canlarına işlettiklerini anladı. En muvafık şartla işi bitirinceye kadar İzzet Efendi ailesi nezdindeki misaferetleri zarurî uzayacaktı.

***
Bir gün hane sahipleri bir odaya toplândılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra bu müziç misafirlerden kurtulmak çarelerini aralarında müzakereye giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki:
-Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum... Bin türlü sıkıntılar, fedakârlıklar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, sakladığım öteberiden habbe kalmayacak... Böyle günde tencere doluları yemek pişiyor, yine doymuyorlar. Yarabbi şükür dediklerini işitmedim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden ziyade yiyorlar.
Zarafet:
-Nesine maşallah hanımcığım, boğazlarına kurt düşsün... Sakın kilere bakma yüreğine iner. Ne sağyağı kaldı ne zeytinyağı... Ne pirinç, ne şeker... ne fasulye... Kiler tamtakır oldu. Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar, bu iki obur yumurcak doymaz. Tencereler daha ateşte iken karşıma dizilip de: "Dadı yemek pişti mi? Acıktık. İçimiz bayılıyor. Körükle körükle de çabuk pişsin..." deyişlerini bir işitseniz kendinizi zapt edemezsiniz. Bazen öfke benim de tepeme çıkar, bağırırım. Haydi bakayım oradan. Ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çekiniz arabanızı. Şimdi sizi bir güzelce körüklerim ha!.. Bir gün arkalarından ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat etti. A çekilir mi bu? Kaç defa daha soğumadan imambayıldının içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor emiyor. Tekrar, yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tos tombay oldular. Anaları karı semirdi. Beti benzi yerine geldi. Odalarına çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin önünde türkü söylüyor... Bitişikte ağır hasta var... Ne saygısız maymun... Bütün sahanlara, tabaklara rakı kokusu siniyor... Ben işreti sevmem övvv... Ya onlar... Ya ben, bunun bir çaresine bakınız...
Evin kızı Cezalet hanım dışarıya kulak kabartarak:
-Dadı yavaş söyle... Merdiven başında bir parıltı var... karı geldi galiba bizi dinliyor...
Zarafet köpürerek:
-Umurumda değil, dinlesin... Korkum yok. Ben ona taşlıkta kaç defa başa kaka söyledim de anlamamazlıktan geldi... Ben de olsam öyle yaparım. Hazır ev... hazır yemek, hazır yatak... işret türkü... Kekâ... Her zevkleri yerinde... Bu rahatı bırakıp da giderler mi hiç?
Cezalet Hanım:
-Dadı sus azıcık da ben anlatayım...
-Anlat yavrum... anlat gulum, anlat elmascığım... Yedi mahalle bir araya toplânıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu dert yine bitmez... Sen anlattığın kadar anlat, ben de yine anlatırım.
Cezalet Hanım:
-Misafir hanım geldiğinin ikinci günü sokağa çıkacağını söyledi. Benden bir çarşafla bir ayakkabı istedi. Kendi potinleri ayaklarını sıkıyormuş... Fakat kendi çarşafını niçin giymek istemiyor bilmem...
Zarafet:
-Aaa... sebebini anlamadın mı? Alacaklılar sokakta onu çarşafından tanıyorlar da onun için başka çarşaf giyiyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor... Irz ehliliğinden değil çok bilmişliğinden... Kaltak!..
-Dadıcığım bir parçacık sus...
-Sustum... sustum... ha sen söylemişsin yavrum... Ha ben söylemişim... İkimiz canciğer... Birbirinden farkımız var mı?..
Cezalet Hanım:
-Artık her sokağa çıkışında âdet edindi. Çarşaf bizden... Ayakkabı bizden... Ah anneciğim yeni iskarpinlerimin ne hale geldiklerini görsen gözlerin dolar... İçi oyulmuş kavun dilimine döndüler...
Zarafet:
-Senden ayakkabı çarşaf istemiş... Ya benden ne istedi bilsen?.. İç donu... Söyletme beni, kendininkini kirletmiş... Ta Kavaklar'dan buraya bir donla gelinir mi?.. Benim de yok ayo... Küçük beyin yastık örtülerinin eski fistolarını söktüm de iki tane yaptımdı... Birini aldı. Kullandı, kullandı. Getirdi kiriyle pasiyle başıma attı... Söylemesi ayıp âdet kirlerini çitiledim, çitiledim de bir türlü çıkaramadım... Kokmuş karı...
Büyük Hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarını avuçlarının arasında sıkarak:
-Bu belâdan ne vakit kurtulacağız. Başımızdan ne zaman defolup gidecekler?..
Zarafet:
-Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar... Şimdi para nerede?
Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalayarak birbirine bakarlar...
Büyük Hanım:
-Kim o?
Zarafet:
-Kim olacak misafir hanım...
Büyük Hanım:
-Duyduysa pek ayıp oldu.
Dışardan:
-Lütfen kapıyı açınız efendim...
Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltuğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamadan gözleri kızarmış mahzun bir çehreyle gözükerek:
-Allahaısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, içtik. Misafirperverliğinizin şükrünü âdadan aciziz hanımlarım. Helâl ediniz efendim.
Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af dileyici mahcubane sözleri ev sahiplerine çok dokunur... Yufka yürekli Büyük Hanım:
-A hanımcığım neye rahatsız olalım. Başımızın üstünde yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil kırk yıl otursanız vallahi yüksünmeyiz... Böyle birdenbire ne oldunuz efendim...
Cezalet Hanım:
-Bir kusur mu ettik? Gücendirdik mi kardeş? Böyle birdenbire niye kalktınız?.. Vallahi salıvermeyiz. Hadi soyununuz... Bırakmayız nafile...
Zarafet büyük bir vâveylâ ile çırpınarak:
-Olur mu hiç? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum yağma yok... Gelmesi sizden gitmesi bizden... (mendilini çıkarıp ağlayarak) A... canciğer gibi alıştım. Evin içi tıssss... Sessiz kalacak... Mümkün değil salıvermeyiz... (Çocukların yanaklarını okşayarak) Aha benim tontonlarım... Haydi geliniz mutfağa... Bakınız dadınız size neler pişirecek...

HULKİ AKTUNÇ

HULKİ AKTUNÇ

reklamcı-yazar

1949 yılında İstanbul'da doğdu. Reklamcı kimliğinin yanı sıra, şair ve yazar yönleriyle de tanınıyor. Manajans ekolünden geliyor. Haluk Mesci'den bayrağı devralarak Reklamcılar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı oldu.

Aktunç, askeri okullardaki orta ve lise yıllarından sonra İ.Ü. Hukuk Fakültesi'ne girdi.Yüksek öğrenimi yarıda bıraktı. 1969-1972 yılları arasında Meydan Larousse'un hazırlanması sırasında redaktörlük yaptı.'Z' harfinin tamamlanmasıyla beraber o da işini kaybetti.Daha sonra bir gazetede gördüğü "Redaktör aranıyor" ilanı üzerine Manajans'a başvurdu. Ancak kısa süre sonra Manajans tekrar bir redaktör ilanı vermek zorunda kaldı. Çünkü yazarlık konusunda yetenekli olduğu görülen Hulki Aytunç, yaratıcı bölüme kaydırıldı. Daha sonra Manajans içerisinde yazı grubu başkanlığına kadar yükselen Aytunç, yönetim konusunda yaşayan bir takım anlaşmazlıklar yüzünden Manajans'tan ayrılma kararı aldı. 1980 yılında Yaratım'ı kuran Aktunç, 1987 yılında Foot Cone & Belding ile ortaklığa imza attı. Hulki Aktunç, halen Yaratım / FCB 'nin yönetim kurulu başkanlığı görevini sürdürüyor.

ESERLERİ:Hulki Aktunç yazı hayatına 1968 yılında dönemin önemli dergilerinden "Yeni Ufuklar"da başladı.İlk kitabı "Gidenler dönmeyenler" ile TDK öykü Ödülü'nü (1977), "Bir Çağ yangını" romanı ile Abdi ipekçi Ödülü'nü (1981), "Bir Yer Göstericinin Hayatı" ile Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü (1989), kazandı. 1976 sonrasında şiire ağırlık verdi. "İnsan Aşkların Külüdür" ile Halil Kocagöz Şiir Ödülü'nü (1994), "Istıraplar Ansiklopedisi" ile de Cemal Süreyya Ödülü'nü (1995) aldı. On yılı aşan bir çalışmanın ürünü olan "Büyük Argo Sözlüğü" (1990) gerek Türkiye'de, gerek yurtdışı Türkoloji çevrelerinde büyük ilgi gördü.Aktunç'un, Aşka Kimse Yok ve Bir Yer Göstericinin Hayatı isimli öyküleri filme çevrildi.

Halit Ziya Uşaklıgil

Halit Ziya Uşaklıgil

Romancı-yazar

1867’de İstanbul'da doğdu. Mahalle mektebinden sonra Fatih Rüştiyesi'ne gitti.Tüccar olan babasının işlerinin bozulması üzerine, 1879'da İzmir'e yerleştiler. Halit Ziya orada bir süre rüştiyeye, sonra da Fransızca öğrenmesi için rahipler okuluna gönderildi. Fransızca'dan ilk çevirilerini bu yıllarda yaptı. 1884'te Nevruz dergisini, 1886'da da Hizmet gazetesini çıkarttı. İlk romanlarını bu gazetede yayımladı. Okulu bitirdikten sonra bir yandan İzmir Rüştiyesi'nde Fransızca öğretmenliği yaparken, bir yandan da Osmanlı Bankası'nda memur olarak çalıştı. 1893'te Reji İdaresi'nde başkâtiplik göreviyle İstanbul'a geldi. Hüseyin Siret, Mehmet Rauf, Rıza Tevfik, Hüseyin Cahit, Ahmet Rasim gibi yazarlarla dostluk kurdu ve 1896'da Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katılarak Servet-i Fünun dergisinde kendine geniş ün sağlayan romanlarını yayımladı. 1901-1908 arasında yazarlığı bıraktıysa da II.Meşrutiyet döneminde yeniden başladı, ancak 1923'e değin yazdıklarını yayımlamadı. Bu arada, Darülfünun'da estetik ve batı edebiyatV. Mehmed'in tahta geçmesi üzerine onun mabeyn başkâtipliğine atandı, dört yıl bu görevde kaldı. Daha sonra Reji İdaresi'nde yönetim kurulu başkanı oldu. Son yıllarını Yeşilköy'deki evinde anılarını yazarak geçirdi. DİL Uşaklıgil Edebiyat-ı Cedide'nin sanat anlayışı doğrultusunda yeni bir dil üretmek için çaba göstermiştir. Osmanlıca'da bile kullanılmayan Farsça ve Arapça kelimeler bularak, Türkçe'de olmayan kurallarla tamlamalar yaparak konuşulan dilden çok ayrı, süslü ve yapay bir sanat dili oluşturmuştur. Ama Aşk-ı Memnu'yu yazdıktan sonra dil konusundaki görüşleri değişmiş, Edebiyat-ı Cedide'nin dili aşırı süslü, ağdalı ve yapay bulduğu için Kırık Hayatlar'ı yalın bir dille yazmaya karar vermiştir. Daha sonraki yıllarda romanlarının yeni baskıları yapılırken de bunların dilini bir ölçüde yalınlaştırmak gereğini duymuştur. Uşaklıgil Batılı manadaki Türk romanının öncüsü sayılmıştır. 22 Mart 1945'te İstanbul’da öldü. ESERLERİ Roman: Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Hikaye: Bir Muhtıranın Son Yaprakları, Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası, Heyhat, Solgun Demet, Sepette Bulunmuş, Bir Hikâye-i Sevda, Hepsinden Acı, Onu Beklerken, Aşka Dair, İhtiyar Dost, Kadın Pençesinde, İzmir Hikâyeleri, Oyun: Kabus. Hatırat: Kırk Yıl, Saray ve Ötesi, Bir Acı Hikâye. Şiir: Mensur Şiirler. Deneme: Sanata Dair, 3 cilt.

Halide Edip Adıvar

Halide Edip Adıvar

Yazar

1884 yılında İstanbul'da doğdu. İngiliz terbiyesiyle yetişmesini isteyen babası onu Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde okuttu. Orada Rıza Tevfik'den (Bölükbaşı) Fransız edebiyatı dersleri aldı ve Doğu'nun mistik edebiyatını dinledi.Sonradan evlendiği Salih Zeki'den de matematik dersleri alıyordu. Koleji 1901'de bitirdi. 1908 yılında gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başladı. 1909'dan sonra eğitim alanında görev alarak öğretmenlik,müfettişlik yaptı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. 1919'da Sultanahmet Meydanı'nda, İzmir'in işgalini protesto mitinginde yaptığı etkili konuşma ünlüdür. 1920'de Anadolu'ya kaçarak Kurtuluş Savaşı'na katıldı. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi. Savaşı izleyen yıllarda Cumhuriyet Halk Fırkası ve Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917'de evlenmiş olduğu ikinci kocası Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. ESERLERİ: Roman: Heyula, Raik'in Annesi, Seviye Talip, Handan, Yeni Turan, Son Eseri, Mev'ud Hüküm, Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Kalb Ağrısı, Zeyno'nun Oğlu, Sinekli Bakkal, Yolpalas Cinayeti, Tatarcık, Sonsuz Panayır, Döner Ayna, Akile Hanım Sokağı, Kerim Ustanın Oğlu, Sevda Sokağı Komedyası, Çaresaz, Hayat Parçaları, Hikaye: Harap Mabetler, Dağa Çıkan Kurt, Kubbede Kalan Hoş Seda, Oyun: Kenan Çobanları, Maske ve Ruh, Anı: Türkün Ateşle İmtihanı, Mor Salkımlı Ev, Diğer Eserleri: Talim ve Terbiye, Turkey Faces West, Conflict of East and West in Turkey, Inside India, Türkiye'de Şark-Garp ve Amerikan Tesisleri, İngiliz Edebiyat Tarihi, 3 cilt, Doktor Abdülhak Adnan Adıvar.

Hacı Arif Bey

Hacı Arif Bey

Besteci

1831 yılında İstanbul'da Eyüp semtinde doğdu. Eyüp Şeri'ye Mahkemesi Başkâtibi Bekir Efendi'nin oğludur. Daha ilköğrenimi sırasında güzel sesiyle dikkati çekti. Kendisiyle önce Zekâi Dede ilgilendi ve onu besteci Eyyubî Mehmed Bey'e götürdü. Arif Bey ilk musiki zevkini, bilgisini Mehmed Bey'den aldı. Altı yaş büyüğü olan, geleceğin değerli bestecisi Zekâî Efendi, onu hocası Dede Efendi'yle tanıştırdı; musikiye karşı büyük yeteneği olduğunu Dede Efendi de görmüştü. Arif Bey 1844'te Mehmed Bey'in yardımıyla Bab-ı Seraskeri'ye memur olarak girdi. Bir yandan çalışıyor, bir yandan da musikiye vakit ayırıyordu. Bir süre Mehmed Bey'in Muzika-yı Hümayun'daki derslerine dışardan devam etti. Çok geçmeden sesinin güzelliğini haber alan Sultan Abdülmecid Han onu Muzika-yı Hümayun'a aldırdı. Saray'daki musiki hocası besteci Haşim Bey'dir. Haşim Bey'den çok yararlandı, ondan yüzlerce eser öğrendi. Okuyuş üslubunu da ondan aldığı söylenir.

Abdülmecid Han, Arif Bey'e Saray'da büyük yakınlık gösterdi; onu "kurena"lık (mabeynci) rütbesine kadar yükseltti, dördüncü Mecidî nişanıyla ödüllendirdi. Arif Bey haremdeki cariyelerin musiki hocalığı görevini de yürütüyordu. Bu dersler sırasında Çeşm-i Dilber adlı bir cariyeye âşık oldu. Padişahın izniyle Çeşm-i Dilber'le evlenerek Saray'dan ayrıldı. İki çocukları oldu. Ama bu evlilik yürümedi Çeşm-i Dilber, çocuklarını Arif Bey'e bırakarak bir tüccarla evlendi. Arif Bey, "Niçin terk eyleyip gittin a zalim", "Düşer mi şanına ey şeh-i hûban" dizeleriyle başlayan kürdilihicazkâr şarkılarını terkedilmenin acısı üzerine besteledi.

Bir süre sonra Abdülmecid Han tarafından "serhanende" olarak yeniden Saray'a alındı, gene haremdeki musiki dersleri hocalığıyla görevlendirildi. Besteci bu kez gene bir cariyeye, Zülf-i Nigâr Hanım'a âşık oldu. Bu olay Saray'da duyulur duyulmaz, Abdülmecid Han onları evlendirdi. Zülf-i Nigâr'ın kısa bir süre sonra veremden ölmesi, besteciye yeni bir acı kaynağı oldu. "Olmaz ilaç sine-i sadpareme" ve "Kemer çehre peri rû tende cânımsın-Nigârım dilberim ruh-i revanım" şarkıları bu acının ürünleridir.

İkinci kez evlenirken de Saray'dan ayrılan besteci, yeniden Saray'a dönmek istiyordu. 1861'de Abdülmecid Han ölmüş, yerine kardeşi Abdülaziz Han tahta çıkmıştı. Arif Bey, besteci Rıfat Bey'in yönetimindeki Saray Fasıl Topluluğu'na "serhanende" olarak alındı; ayrıca gene cariyelerin musiki hocalığıyla görevlendirmişti. Onu iki kez evliliğe götüren bu görev, üçüncü kez de aynı sonucu verdi. Arif Bey bu kez Pertevniyal Valide Sultan'ın nedimelerinden Nigârnik Hanım'a âşık oldu. Musiki dersleri sırasında doğan bu ilişki de, padişah ile valide sultanın uygun görmesiyle, evlilikle sonuçlandırıldı.

Ömrünün sonuna kadar Nigârnik Hanım'la evli kalan Arif Bey'in Saray'daki bu üçüncü görevi on yıl sürdü. Ününün artık doruğundaydı. İstanbul'un musiki çevrelerinde, konaklarda, özel meşkhanelerde yapılan musiki toplantılarında en çok aranan sanatçıydı. 1871'de tekrar Saray'dan ayrıldı. Şura-yı Devlet'te, Beykoz Aşar müdürlüğünde beş yıl memur olarak çalıştı. Sultan Abdülaziz'in ölümünden sonra Muzika-yı Hümayun'da girişilen tasfiye sonucu Arif Bey de açığa alındı. V. Murad'ın üç aylık padişahlığından sonra Sultan II. Abdülhamid Han tahta çıktı. Besteci uzun bir süre işsiz kaldı, geçim derdine düştü. Zincirlikuyu'da bir çiftlik evine çekilip çevreden koptu. Bu sırada 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı (93 Harbi) patlak verdi. Arif Bey savaş yıllarını çiftlikte geçim sıkıntısı içinde geçirdi.

Savaş bittikten sonra Osmanlı Sarayı bestecinin yokluğunu yeniden hissetmeye başladı. Arif Bey'in içinde bulunduğu durum Abdülhamid Han’a iletildi. Bunun üzerine besteci yeniden Saray'da görevlendirildi. Hacı Arif Bey'in öğrencilerinden besteci Levon Hancıyan'ın anlattığına göre, Saray'a alınışı şöyle olmuştu: İran şahı Nasıreddin, eserlerini çok beğendiği Arif Bey'i İran Sarayı'na davet eder, padişahtan da besteciye izin verilmesini rica eder. Türk musikisinden öteki padişahlar kadar zevk duymamakla birlikte, Arif Bey'in şarkılarını seven Abdülhamid, şaha bestecinin Saray'dan ayrıldığından haberi olmadığını söyler ve onu yeniden Saray'a aldırır. Arif Bey bu arada Şirazlı Hafız'ın bir gazelini besteleyerek, İstanbul'a gelen şaha sunar. Eseri çok beğenen şah, besteciyi bir nişanla ödüllendirir.

Muzika-yı Hümayun'da dördüncü kez görevlendirilen Arif Bey'e kolağası rütbesi verilir, ama bu ona göre küçük bir rütbedir. Arif Bey önceki padişahlardan gördüğü ilgiyi Abdülhamid Han’dan göremediği vehmiyle huzursuz olur. Sarayın eski canlı havası da kaybolmuştu; siyasi durum gittikçe gerginleşmekteydi. Abdülhamid'den umduğu yakınlığı görmeyen besteci, kimi zaman Zincirlikuyu'daki eve çekilerek sade bir yaşayışın verebileceği mutluluğu aradı, kimi zaman da padişahla çatışmayı göze alan davranışlarda bulundu. Abdülhamid'in "Şu şarkıyı oku", diye verdiği bir emre karşı, mabeynciye, "ben onun babasından çok saygı gördüm." Bana, "Şu şarkıyı oku" diye emir veremez. Sanatta padişah iradesi geçerli değildir. Cevabını vermesi üzerine, Saray'da hapsedildi. Elli gün sonra, nihavent makamındaki "Ahteri düşkün garibim, âşık-ı avareyim" şarkısını besteledi. İlk dizedeki "yıldız" anlamına gelen Farsça "ahter" kelimesi "talii düşkün" biçimine dönüştürülerek şarkı Abdülhümid Han’ın huzurunda okundu. Eseri çok beğenen padişah, besteciyi bağışladı.

Arif Bey ölünceye kadar Muzika-yı Hümayun'daki derslerine devam etti. 1885 İstanbul'da öldü. Yahya Efendi Dergâhı mezarlığına gömüldü.

Şarkı formuna yenilik getirdi

Hacı Arif Bey Türk musikisinin en büyük bestecilerinden biridir. Klasik dönem bestecilerinin pek kullanmadıkları şarkı formuna yepyeni bir kimlik kazandırmış, bir şarkı bestecisi olarak yeni bir çığır açmıştır. Arif Bey'den sonra "şarkı", bestecilerin en çok işledikleri form olmuştur. Arif Bey klasik formlarda birkaç eser besteledikten sonra başarılı olamadığını görerek doğrudan doğruya şarkı besteciliğine yönelmiştir.

Eski şarkılar arasında, şarkı formuna ya da formun farklı türlerine örnek gösterilebilecek kuruluşta eserlerin sayısı az değildi, ama şarkı formlarının kesin kurallara bağlanması ilk kez Arif Bey'in eserleriyle gerçekleşebilmiştir. Arif Bey kendisinden sonraki şarkı bestecilerini bu yolda etkilemiş, böylece şarkı kesin biçimini almıştır.

Kürdilihicazkâr makamı

Hacı Arif Bey hiçbir zaman tekdüzeliğe düşmez; hemen her şarkısına yeni bir renk katmasını bilir, kullandığı makamın o zaman kadar işlenmemiş bir yönünü yakalar. Sekiz zamanlı üç vuruşlu "müsemmen" usulü onun buluşudur. Türk aksağını çok başarılı bir biçimde kullanır. Şarkılarında beste ile güfte tam bir bütünlük içindedir. Kürdilihicazkâr makamını da Arif Bey oluşturmuştur.

Nota bilmezdi ama

Hacı Arif Bey bütünüyle Türk musikisinin sözlü öğrenim geleneği içinde yetişmiş bir besteciydi. Nota bilmiyordu, herhangi bir saz da çalmazdı. Ama çok güçlü bir hafızası vardı, bini aşkın eser ezberindeydi. Çok iyi bir okuyucuydu. Şevki Bey, Levon Hancıyan, Zati Arca gibi öğrenciler yetiştirdi.

Arif Bey Mecmua-i Arifi adlı bir de güfte derlemesi yayınladı; bu derlemede sanatçının kendi şarkıları da vardır.

Bine yakın eser bestelediği söylenir, ancak 337 parçası notalarıyla günümüze kalmıştır. Bunun 327'si şarkı, 10'u öteki formlardaki eserlerdir. Bu 10 eserin de altısı ilahi, biri tevşih, biri durak, biri beste, biri de yürük semaidir.

Evliya Çelebi

Evliya Çelebi

Seyyah-yazar

Asıl adı Derviş Mehmed Zillî olan Evliya Çelebi 1611 yılında İstanbul Unkapanı'nda doğdu. Babası Derviş Mehmed Zillî, sarayda kuyumcubaşıydı.Evliya Çelebi'nin ailesi Kütahya'dan gelip İstanbul'un Unkapanı yöresine yerleşmişti. İlköğrenimini özel olarak gördükten sonra bir süre medresede okudu, babasından tezhip, hat ve nakış öğrendi. Musiki ile ilgilendi. Kuran'ı ezberleyerek "hafız" oldu. Enderuna alındı, dayısı Melek Ahmed Paşa'nın aracılığıyla Sultan IV. Murad'ın hizmetine girdi.

SEYAHAT YA RESULALLAH

Evliya Çelebi Seyahatname’nin girişinde seyahate duyduğu ilgiyi anlatırken bir gece rüyasında Sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed'i gördüğünü, ondan "şefaat ya Resulallah" diyerek şefaat isteyecek yerde, şaşırıp "seyahat ya Resulallah" dediğini, bunun üzerine Sevgili Peygamberimiz'in ona gönlünün uyarınca gezme, uzak ülkeleri görme imkanı verdiğini yazar.

NERELERİ GEZDİ

Evliya Çelebi bu rüya üzerine 1635'te, önce İstanbul'u dolaşmaya, gördüklerini, duyduklarını yazmaya başladı. 1640’larda Bursa, İzmit ve Trabzon’u gezdi, 1645'te Kırım'a Bahadır Giray'ın yanına gitti. Yakınlık kurduğu kimi devlet büyükleriyle uzak yolculuklara çıktı, savaşlara, mektup götürüp getirme göreviyle, ulak olarak katıldı. 1645'te Yanya'nın alınmasıyla sonuçlanan savaşta, Yusuf Paşa'nın yanında görevli bulundu.1646'da Erzurum Beylerbeyi Defterdarzade Mehmed Paşa'nın muhasibi oldu. Doğu illerini, Azerbaycan'ın, Gürcistan'ın kimi bölgelerini gezdi. Bir ara Revan Hanı'na mektup götürüp getirmekle görevlendirildi, bu sebeple Gümüşhane, Tortum yörelerini dolaştı. 1648'te İstanbul'a dönerek Mustafa Paşa ile Şam'a gitti, üç yıl bölgeyi gezdi. 1651'den sonra Rumeli'yi dolaşmaya başladı, bir süre Sofya'da bulundu. 1667-1670 arasında Avusturya, Arnavutluk, Teselya, Kandiye, Gümülcine, Selanik yörelerini gezdi.

SEYAHATNAME’NİN ÖZELLİKLERİ

Evliya Çelebi 50 yılı kapsayan bir zaman dilimi içinde gezdiği yerlerde toplumların yaşama düzenini ve özelliklerini yansıtan gözlemler yapmıştır. Bu geziler yalnız gözlemlere dayalı aktarmaları, anlatıları içermez,araştırıcılar için önemli inceleme ve yorumlara da olanak sağlar. Seyahatname'nin içerdiği konular, belli bir çalışma alanını değil, insanla ilgili olan her şeyi kapsar. Üslup bakımından ele alındığında, Evliya Çelebi'nin, o dönemdeki Osmanlı toplumunda, özellikle Divan edebiyatında yaygın olan düzyazıya bağlı kalmadığı görülür. Divan edebiyatında düzyazı ayrı bir marifet ürünü sayılır, ağdalı bir biçimle ortaya konurdu. Evliya Çelebi, bir yazar olarak, bu geleneğe uymadı, daha çok günlük konuşma diline yakın, kolay söylenip yazılan bir dil benimsedi. Bu dil akıcıdır, sürükleyicidir, yer yer eğlenceli ve alaycıdır.Evliya Çelebi gezdiği yerlerde gördüklerini, duyduklarını yalnız aktarmakla kalmamış, onlara kendi yorumlarını, düşüncelerini de katarak gezi yazısına yeni bir içerik kazandırmıştır. Burada yazarın anlatım bakımından gösterdiği başarı uyguladığı yazma yönteminden kaynaklanır. Anlatım belli bir zaman süresiyle sınırlanmaz, geçmişle gelecek, şimdiki zamanla geçmiş iç içedir. Bu özellik anlatılan hikayelerden, söylencelerden dolayı yazarın zamanla istediği gibi oynaması sonucudur. Evliya Çelebi belli bir süre içinde, özdeş zamanda geçen iki olayı, yerinde görmüş gibi anlatır, böylece zaman kavramını ortadan kaldırır. Seyahatname'de, yazarın gezdiği, gördüğü yerlerle ilgili izlenimler sergilenirken, başlı başına birer araştırma konusu olabilecek bilgiler, belgeler ortaya konur. Bunlar arasında öyküler, türküler, halk şiirleri, söylenceler, masal, mani, ağız ayrılıkları, halk oyunları, giyim-kuşam, düğün, eğlence, inançlar, komşuluk bağlantıları, toplumsal davranışlar, sanat ve zanaat varlıkları önemli bir yer tutar Evliya Çelebi insanlara ilgili bilgiler yanında, yörenin evlerinden, cami, mescid, çeşme, han, saray, konak, hamam, kilise, manastır, kule, kale, sur, yol, havra gibi değişik yapılarından da söz eder. Bunların yapılış yıllarını, onarımlarını, yapanı, yaptıranı, onaranı anlatır. Yapının çevresinden, çevrenin havasından, suyundan söz eder. Böylece konuya bir canlılık getirerek çevreyle bütünlük kazandırır.Seyahatname'nin bir özelliği de değişik yöre insanlarının yaşama biçimlerine, davranışlarına, tarımla ilgili çalışmalarından, süs takılarına,çalgılarına dek ayrıntılarıyla geniş yer vermesidir. Eserin bazı bölümlerinde, gezilen bölgenin yönetiminden, eski ailelerinden, ileri gelen kişilerinden, şairlerinden, oyuncularından, çeşitli kademelerdeki görevlilerinden ayrıntılı biçimde söz edilir.Evliya Çelebi'nin eseri dil bakımından da önemlidir. Yazar, gezdiği yerlerde geçen olayları, onlarla ilgili gözlemlerini aktarırken orada kullanılan kelimelerden de örnekler verir. Bu örnekler, dil araştırmalarında, kelimelerin kullanım ve yayılma alanını belirleme bakımından yararlı olmuştur. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'si çok ün kazanmasına rağmen, ilmi bakımdan, geniş bir inceleme ve çalışma konusu yapılmamıştır.1682'de Mısır'dan dönerken yolda ya da İstanbul'da öldüğü sanılmaktadır.

ESERİ: Seyahatname, ilk sekiz cilt: 1898-1928, son iki cilt: 1935-1938.

ERTUĞRUL DÜZDAĞ

ERTUĞRUL DÜZDAĞ

yazar

1941’de Bursa’da doğdu. İlkokulu Yenişehir ve Bursa’da okudu. Haydarpaşa Lisesi’ni ve İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi (1965). Fakülte yıllarında, haftalık Yeni İstiklâl gazetesinde çalıştı ve yazdı. İstanbul ve Bursa’da, İslâmcı faaliyetlerde bulunan Milliyetçiler Derneği’nin çalışmalarına ve Risâle-i Nur hizmetine katıldı. Yedek subaylığından sonra Özel Fatih Erkek Lisesi’nde idareci ve öğretmen olarak çalıştı (1967-71). 1968’de evlendi. Haftalık Sebil gazetesinde aralıklarla yazarlık ve son devrede genel yayın müdürlüğü yaptı (1976-80). MED Yayınevi’ni kurarak sekiz kitap yayınladı (1978-82). MÜ İlâhiyat Fakültesi Vakfı içinde “Mehmed Âkif Araştırmaları Merkezi”ni kurdu (1985), neşriyatta bulundu, konferanslar tertipledi ve talebeye “Safahat dersleri” verdi (1986-89). Günlük “Zaman” gazetesinde köşe yazarlığı yaptı (1987-89). Evliliğinden altı çocuğu olan ve torunları bulunan Düzdağ, 1985’ten sonra Hacc’a ve Umre’ye gitti. 1967’den itibaren çeşitli yayınevlerinde kitapları çıktı.

ESERLERİ: Yakın Tarihimizde Gizli Çehreler, Buhranlarımız ve Son Eserleri (Said Halim Paşa’dan), Mehmed Âkif (Süleyman Nazif’ten eski metniyle birlikte), Safahat (Mehmed Âkif’ten eski metniyle birlikte tenkidli neşir), Volkan Gazetesi (aynen neşir ve tedkik), Tarafsız Değilim, Yakın Tarih Yazıları, Düşman Acımaz, Müslüman Âile, Başörtülü Melekler, Mehmed Âkif Ersoy Hayatı ve Eserleri, Mehmed Âkif Hakkında Araştırmalar, Bütün Yazıları (Mehmed Âkif), Bütün Tercümeleri (Mehmed Âkif), Çocukluk ve Medrese Hâtıraları (Muallim Nâci’den), Başımıza Gelenler (Mehmed Ârif’ten), Türk ve Arab (Çerkeşşeyhizâde Halil Hâlid’den eski metniyle ve Arapçasıyla birlikte), Gazavât-ı Hayreddin Paşa (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hâtıraları, Seyyid Murâdî Reis’ten), Târihçe-i Vak’a-i Zağra (Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin Hâtıraları), Şeyhulislâm Ebussu’ud Efendi’nin Fetvalarına Göre Kanunî Devrinde Osmanlı Hayatı, Yakın Tarihimizde İslâm ve Irkçılık Meselesi, Yakın Tarihimizde Dönmeler ve Dönmelik Meselesi, Yakın Tarihimizde Masonlar ve Masonluk Meselesi, Turfanda mı Yoksa Turfa mı? (Mizancı Mehmed Murad’dan “Mansur Bey” adıyla roman), 31 Mart Vak’ası Derviş Vahdetî ve İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti.

ERDEM BEYAZIT

ERDEM BEYAZIT

şair

1939’da Maraş’ta doğdu. İlkokul ve Lise öğrenimini burada tamamladı. Yüksek öğrenimine 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladı. Geçim zorluğu yüzünden 1961’de öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesine naklederek askere gitti. Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Burdur İli, Yeşilova İlçesi, Çuvallı köyünde yaptı. Askerlik dönüşü fakülte değiştirerek yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebıyatı Bölümünde tamamladı. Edebiyat öğretmenliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. İstanbul Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu sırasında genel sekreter olarak çalıştı. Daha sonra, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Dairesi Başkan Yardımcısı iken bu görevinden istifa suretiyle ayrılarak Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi. 1984’te Akabe A.Ş.’nin İstanbul’a taşınması kararı ile bu görevini devrederek yeniden memurluğa döndü. DPT’de sözleşmeli personel olarak çalışırken, 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden aday oldu. Kahramanmaraş’tan milletvekili seçildi. TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1991 seçimlerinde adaylığını koymadı, İstanbul’a yerleşti. Evli ve dört çocuk babasıdır. Tok, kavgacı, destana yatkın bir üslûpta söylenmiş olan şiirlerinde ayrıca ince duyarlılıklar işlenmiştir. İslâmî ton bir “leit-motiv” halinde bütün şiirlerine yayılmıştır. Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır. Aldığı Ödüller: Risaleler; Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülü. İpek Yolundan Afganistan’a; TYB 1983 Gazetecilik Ödülü.

ESERLERİ:

*Sebeb Ey İlk şiir kitabı 1972’de Edebiyat Dergisi Yayınları (2. baskısı Akabe Yayınları, 1979)

*Risaleler son şiirleri adı altında Akabe Yayınları arasında 1987 yılında çıktı (2. baskı 1989).

*Şiirler (Sebep Ey ve Risaleler iki kitap bir arada) İz Yayıncılık tarafından 1992 yılında basıldı (4. baskı 1998).

*İpek Yolundan Afganistan’a:1981’de İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan’ı içeren iki aylık gezi ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırdı (Akabe Yayınları 1982).

EMİNE IŞINSU

EMİNE IŞINSU
(1938-) Yazar, Kars'ta doğdu. Halide Nusret Zorlutuna'nın kızıdır. Ankara Koleji'ni bitirdi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü öğrencisi iken öğrenimini yarıda bırakarak fıkra yazarlığına başladı. 1971'de bir neslin yetişmesinde büyük etkisi olan ilim ve fikir dergisi Töre'yi çıkardı. Kocasının görevinden dolayı bir süre Suudi Arabistan'ın Dahran şehrinde kaldı.

ESERLERİ:

AZAP TOPRAKLARI

Batı Trakya'da yaşayan Türkler'in, altmışlı yılların ikinci yarısında gördükleri eziyeti, ora ahalisinin yaşantısını, umutlarını, beklentilerini anlatır.

SANCI

Yetmiş öncesinin solcuları tarafından katledilen ülkücü Dursun Önkuzu'nun gerçek hayat hikâyesini anlatır, o tarihin Türkiyesi'nden kesitler verir.

CANBAZ

Türkiye'de sendikacılık hareketinin başlangıcını, bir kısımsendikacının dejenerasyonunu, onlara direnen bir kadın sendikacıyı ve bu arada sağ ve sol gruplaşmalardaki fikir ayrılıklarını ve bazı grupların sendikalara hakimiyetini anlatır.

ÇiÇEKLER BÜYÜR

Yetmişli yılların ilk yarısında, Bulgaristan'da yaşayan Türk azınlığın, Bulgar milliyetçiliğine ve Marksizme tutsak olmuş yaşantısını, çektiği maddî-manevî ıstırabı, orada yaşayan Türkler'in umutlarını, beklentilerini, Bulgaristan'ın Türk azınlıklar üzerinde oynadığı oyunları ve Türkiye'ye uzanma gayretlerini anlatır.

KÜÇÜK DÜNYA

Bin dokuz yüz ellilerde, yüksek tahsilli bir İstanbullu kızın, evlenip Şanlıurfa'ya gitmesini; orada Urfa'nın mistik havası ile kadının eşinin arkadaşlarından biriyle asla kelimeye dökülmeyen, su yüzüne çıkmayan büyük aşkını anlatır.

ATLI KARINCA

Türkiye'de yarı aydınların içinde bulundukları kısır döngüyü, boşa çabalarını, lâf kalabalıklarını, bu arada; "hakikat"e, "doğru"ya ulaşmak için gayret sarfedenleri anlatır.

BiR GECE YILDIZLARLA

Emine Işınsu'nun değişik bir lezzet alarak okuyacağınız muhtelif küçük hikâyelerinden oluşmuş bir eserdir.

KAF DAĞININ ARDINDA

Memleketin karışık zamanlarında, solda şöhret olmuş romancı olan Mevsim, maddî bakımdan da, olağanüstü bir duruma sahipti... Fakat bütün bunlar, devamlı bir arayış içinde bulunan Mevsim'e yetecek miydi?... Mevsim'in ruhu açtı ve hayatın kendisine sunduğu maddi imkanlarla doyum bulamıyordu. Mehmet onun için; bir roman kahramanı, bir sevda, aynı zamanda maneviyat kapısını açan anahtar olacaktı, ama galiba bu anahtar, Kaf Dağı'nın arkasındaydı.. Ve Mevsim'in kendi içine doğru çileli seyahatini bu eserde okuyacaksınız.

CUMHURiYET TÜRKÜSÜ

1922'nin kolu kanadı kırık Osmanlı İmparatorluğu.. Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulalı bir yıl geçmiş... İstanbul hâlâ işgal altında. Mustafa Kemal ve muhalifleri.. Sakarya'nın bu muzaffer Kumandanı'na karşı bunca itham neden? O, Türkçü fikirleri fiiliyata döken bir Kumandan değil midir, o halde?.. Eski Osmanlı Mutasarrıfı Hüseyin Hüsnü Bey'de kristalleşen Osmanlılık fikri.. Jön Türkler, İttihat ve Terakki ve onun muhalifi Hürriyet ve İtilâf Partisi.. Bir yanda Türkçüler.. bir yanda, İngiliz himayesi ve Amerikan mandası taraftarları.. Velhasıl zor günler, acı günler yaşanmakta, çökmekte olan İmparatorluğun mirasında Anadolu, dişi ile tırnağı ile, kadını ve erkeği ile son ve kesin bağımsızlık ve özgürlük savaşına hazırlanıyor.

DOST DiYE DiYE

Yazar, bu denemeleriyle, Âyetler'in ışığında bir "gönül yolu" sunuyor okuyucularına.

DUYGU ASENA

DUYGU ASENA
gazeteci

19 Nisan 1946'da İstanbul'da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde pedagoji okudu. İki yıl pedagog olarak çalıştı. 1972 yılında Hürriyet Gazetesi'nde gazeteciliğe başladı. Kelebek Gazetesi'nde köşe yazarlığı, muhabirlik yaptı. Ayrıntılı Haber Gazetesi'nde muhabirlik yaptı. 1976-78 yılları arasında Man Ajans'ta metin yazarlığı görevinde bulundu. 1978'de Gelişim Yayınları'na Genel Yayın Yönetmeni olarak girdi ve Kadınca ile birlikte Onyedi, Ev Kadını, Bella Bayan, First gibi pek çok dergi yönetti. Bu dönem içinde Söz, Sabah, Güneş gazetelerinde köşe yazarlığı, yöneticilik ve röportaj yazarlığı yaptı. Milliyet gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor.Duygu Asena ayrıca Umut Yarıda Kaldı, Yarın Cumartesi, Bay E adlı üç filmde rol aldı.

ESERLERİ:

*Kadının Adı Yok 1987 yılında yayınladı. Kitap bir yıl içinde 40 baskı yaparak Türkiye'de satış rekoru, daha sonra filme çekilerek gişe rekoru kırdı. 40. baskının satışları sürerken, Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından muzır bulunarak satışı yasaklandı. Bunun üzerine Duygu Asena'nın açtığı davada kitap aklandı. Yeni baskıları yayınlandı.Kitap 53 baskısıya ulaştı.Bu arada Kadının Adı Yok, Almanya, Hollanda ve Yunanistan'da, bu dillere çevirilerek yayımlandı. İlk baskıları kısa sürede tükendi... Yunansitan'da "best seller" oldu.

*İkinci kitabı Aslında Aşk Da Yok, Kadının Adı Yok'un devamı niteliğindedir. 36. baskıya ulaşan bu kitap da Almanya, Hollanda ve Yunansitan'da yayımlandı.

*Üçüncü kitabı Kahramanlar Hep Erkek 14 öyküden oluşuyor. Bu kitap Kasım 1992'de piyasaya çıktı 18 baskı yaptı.

*Kadınca'daki sevilen yazılardana derlediği dördüncü kitabı Değişen Bir Şey Yok, Temmuz 1994'de piyasaya çıktı, gazete bayilerinde 20 bin liradan satışa sunularak, farklı bir yayıncılık anlayışı getirdi ve bir haftada 70 bin adet satarak yeni bir rekor kırdı.

*Beşinci kitabı olan Aynada Aşk Vardı çıktı. Kitap dört ayda 12 baskı yaptı.

DURALi YILMAZ

DURALi YILMAZ

1948'de Acıpayam'da Köke Köyü'nde doğdu. İlköğrenimini burada yaptıktan sonra orta ve lise öğrenimini Burdur'da, yükseköğrenimi İstanbul'da tamamladı. Yeni Türk Edebiyatı sahasında Doktora yaptı. Aynı sahada Doçent, 1993'te Profesör oldu.1988'de İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi'nde Doçent olarak göreve başlayan Yılmaz, burada Tanıtım ve Halkla İlişkiler Bölüm Başkanlığı yaptı. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde de Müdür Yardımcılığı görevini yürüttü. Harp Akademileri'nde basın ve halkla ilişkiler dersleri verdi. Halkla İlişkiler, Gazetecilik ve Radyo-TV Anabilim Dallarında Mastır ve Doktora tezleri yaptırdı. 1995'te Muğla Üniversitesi'ne gelerek buradaki Fen-Edebiyat Fakültesi'nin Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları Bölümünün kuruluşunu tamamladı. Halen Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı oldu. 1999'da emekliye ayrılarak özel bir üniversitede görev aldı. 1965'te henüz ortaokul öğrencisiyken Burdur'un Sesi aldı mahalli gazetede ilk kez yayınladığı çalışmalarını daha sonra Diriliş, Hisar, Hareket, Büyük Doğu gibi dergilerde sürdürdü. Gazetelerde sanat sayfaları düzenledi ve köşe yazarlığı yaptı. Türkiye Millî Kültür Vakfı, KASD, DEN-BİR ödüllerini alan Yılmaz'ın eserleri hakkında yerli ve yabancı basında çok sayıda değerlendirme yazıları yayınlanmıştır.İnceleme ve Deneme: Romanımız ve İnsanımız, 1976; Roman Kavramı ve Türk Romanının Doğuşu, 1990; Türkçe ve Kompozisyon, 1990; Roman Sanatı ve Toplum, 1996. Hikâye; Söylenmeyen, 1975; Gel İçimde Ağla, 1985; Akrebin Dansı, 1989. Roman: Siyah Perdeli Evler, 1975; Savaş Günlüğü, 1976; Ankara'da Ölüm, 1976; Aziz Sofi, 1976; Fetva Yokuşu, 1978; Çilekeş Müslümanlar, 1982; Ölmeden Ölenler, 1988; Yesevî Irmakları, 1995. Çeviri, Sadeleştirme ve Uyarlama; Hüseyin Fellah (Ahmet Mithat'dan), 1981; Hay bin Yakzan (İbnu Tufeyıl'den çocuklar için uyarlama), 1977; Marifetname (Erzurumlu İbrahim Hakkı'dan), 1981, Senaryo: Sevgiyi Öğrenen Adam, O. Pekmezoğlu tarafından filme alındı, TV-2'de 5-12 Ekim 1987'de gösterildi.

ESERLERi:

DANSEDEBİLMEK

Durali Yılmaz'ın muhtelif hikâyelerinden oluşan bu eser, 1968'den günümüze insanımızın ve toplumumuzun serüvenini gözler önüne sermektedir. Özellikle Anadolu'dan büyük şehirlere gelen ve kendi gelenekleriyle büyük şehrin şaşırtıcı havası arasında kalakalan insanımızın tereddütleri, ayrıntılarıyla ortaya konulmaktadır.Özetle, bu hikâyelerde, efsanelerimizle, inançlarımızla, sevinçlerimizle, üzüntülerimizle, umutlarımızla biz varız. Bu hikâyelerden aynı zamanda 1968'den bu yana edebiyatımızı etkileyen akımları da genel çizgileriyle görmek mümkündür.

YESEVİ IRMAKLARI

Bu eser, Ahmet Yesevî'den Sarı Saltık'a, Hacı Bektaş'a, Yunus'a, Mevlânâ'ya onlardan da günümüze uzanan bir çağdaş destandır. Cengiz ordularının ardınca Ortaasya'dan Anadolu'ya ve Rumeli'ye yürüyen maneviyat ordularını bizim hayatımıza getirmektedir.Bu çağdaş destanda mekân, Moğolistan'dan Anadolu'ya ve ötesine uzanan bütün Türk illeri; zaman, bütün Türk çağları...Tarım ırmağı, Onan ırmağı, Seyhun ve Ceyhun; Dicle, Fırat ve Sakarya... bütün ırmaklar Ahmet Yesevî'den bir katre abıhayat içmiş: Ve "Yesevî Irmakları" ölümsüz Türk destanlarından 20. yüzyıla düşen bir mısra...

ROMAN SANATI VE TOPLUM

Roman, çağımızın önde gelen sanatlarındandır. Sinemanın büyük atılımı ve ardından televizyonun yaygınlaşması, "Roman ölüyor mu? Roman ölüm döşeğinde", gibi sözlere yol açmışsa da, roman, yine de serpilip gelişerek yoluna devam etmiştir. Sınıflar arasındaki çatışmalar arttıkça, toplumların dengesi bozuldukça roman, gözde sanat olma niteliğini korumuştur. Bu arada sinema ve televizyona da kaynaklık etme görevini sürdürmüştür. Romanın son yıllardaki atılımı ise gerçekten baş döndürücü olmuş; yayımlanan romanları izleme imkânı bile kalmamıştır. Neredeyse Pappini'nin sözünü ettiği "Roman Fabrikası" kurulmak üzere.Fabrikasyon diyebileceğimiz "çok satan" maceraya dayalı yüzeysel romanların, hemen hemen bütün kitapçı vitrinlerini tuttuğu günümüzde, çağı sorgulayan, sanat değeri ve derinliği olan romanlar da çıkmıyor değil. Bu tür romanlar, az satılsalar ve az okunsalar da yine insanlığa yeni mesajlar verebilen, insan olarak bizim kim olduğumuzu ve nerede durduğumuzu hatırlatan eserler olma işlevini yerine getirmektedir. Soy sanatçıların ortaya koyduğu romanlar yalnız günümüzü değil, yarınımızı da aydınlatmaktadır.

KIYAM

1240 yılına gelindiğinde, Anadolu'da sıkıntı doruğa çıkmıştı. Moğalların önünde kaçan Türkmenler, Anadolu'ya yığılmış; Selçuklu tahtında oturan genç ve tecrübesiz Sultan Gıyasettin, kendi eğlence dünyasına dalmış, devletin aslî unsuru Türkmenler, adeta dışlanmıştı. İşte bu hengâmede herbiri efsaneleşmiş bir eren olan Türkmen Babaları, bir teselli kaynağı, bir umut ışığı olarak görünmüştü insanların gözüne.Sonunda 1240 yılı sonbaharında, Baba İlyas'ın halifesi Baba İshak'ın önderliğinde Türkmenler, saraya karşı ayaklanmışlardı. Sarayın gönderdiği kuvvetlerin üst üste yenilgiye uğramaları, Türkmen Babalarını iyiden iyiye efsaneleştirmişti. Müslüman askerlerin Türkmen Babalarına sempatiyle bakmaya başlamaları üzerine Saray, paralı Hıristiyan askerlerini, Babailer üzerine göndermişti. Malya ovasındaki savaşı bir taktik hatası sonucu kaybeden Türkmenler, çoluk çocuk, kadın kız toptan kılıçtan geçirilmişlerdi.İşte bu roman, Anadolu Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan Babailer ayaklanmasını anlatıyor. Herkesin farklı bir açıdan ve kendi dünya görüşüne göre ele aldığı bu olay, burada çok farklı bir açıdan ele alınıyor. Baba İlyas, Baba İshak ve Hacı Bektaş yaşadıkları olayları bizzat kendi ağızlarından anlatırlarken, Baba İlyas'ın torunu Elvan Çelebi de, bu olayı konu alan "Menâkıb-ı Kudsiyye"sini niçin yazdığını açıklıyor.Bu romanda, geçmişin aydınlatılmasından daha çok geleceğe düşen bir ışık bulacaksınız.

D.MEHMET DOĞAN

D.MEHMET DOĞAN

yazar

Ankara/Kalecik’te doğdu (1947). SBF Basın ve Yayın Yüksek Okulu’ndan 1972 yılında mezun oldu. Türk Tarih Kurumu Yeni Türkiye Araştırma Merkezi’nde (1972-1974), Dergâh Yayınları’nda (1975-1977), TRT Kurumu’nda (1977-1978) çalıştı. Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluş çalışmalarını yürüttü ve Birlik Yayınları’nı kurdu. 1980’de Kültür Bakanlığı Sinema Dairesi’nde sözleşmeli film yapımcısı ve senaryo yazarı olarak çalışmaya başladı. Film Denetleme Kurulu üyeliği yaptı. Zaman gazetesinin yayın kurulunda yer aldı ve bu gazetede “Kimlik” başlığı altında günlük yazılar yazdı (1986-1987), Yörünge dergisinde haftalık yazılar yazdı (1991-1992). Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde yazarlık dersleri verdi (1991-1993). Vakit (Akit) gazetesinde günlük yazılar yazdı (1994-1996) ve Birlik Medya A.Ş.’nin Genel müdürlüğünü yaptı (1994-1996). TBMM tarafından Radyo ve Televizyon Üst Kurulu üyeliğine seçildi (1996). Hareket, Türk Edebiyatı, Mavera, İslâm, İlim ve Sanat, İzlenim ve Nehir dergilerinde yazdı. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi ve Türk Aile Ansiklopedisi’nin yayınını yönetti. Türkiye Yazarlar Birliği Vakfı ve Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’nın kurucularından olan Doğan, uzun süre Türkiye Yazarlar Birliği’nin genel başkanlığını yürüttü (1978-1996). Halen RTÜK üyesi olarak görev yapmaktadır.

ESERLERİ:Batılılaşma İhaneti,Türkistan, Türkiye Gergefinde İran, Darbeler Müdahaleler ve Siyasi Sistem, Camideki Şair:Mehmet Akif, Halka Karşı Demokrasi, Tarih ve Toplum.

DiLAVER CEBECi

DiLAVER CEBECi

Edebiyatımızda 27 senedenberi Seyyâh-ı Fakîr Evliyâ Çelebi müstear adı ile yer alan ve yeni bir mizahi tarzın öncüsü olan, Dilâver Cebeci 1943 Kelkit doğumludur. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1970 mezunu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi'nde master ve doktora yaptı. Çeşitli liselerde ve enstitülerde öğretmen olarak çalıştı. Halen Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde öğretim üyesi. Evli, 2 çocuk sahibi. İstanbul'da oturuyor.Çok yönlü bir sanatçı olan Cebeci'nin, Hun Aşkı (Şiir, 1973), Mavi Türkü (Mensure, 1983), Devranname (Mizah, 1984), Şafağa Çekilenler (Şiir, 1984), Büyü (Oyun, 1984), ... Ve Sığınırım İçime (Şiir, 1992), Kandehar Dağlarında Sabah Namazı (Kaset, 1993), Sitâre (Şiir, 1997), Tanzimat ve Türk Ailesi (İlmî Araştırma, 1993), Seyrânnâme (Mizah, 1997) gibi eserleri neşredildi.

ESERLERi:

SEYRANNAME

Evliyâ Çelebi dilimizin ve kültürümüzün mizahla renklenmiş en canlı simasıdır ve 17. yüzyıldan beri güler yüzlü üslûbun timsalidir. O'nun üçyüz yıldır yaktığı meşaleyi Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi de otuz yıldan beridir aktüel hayatımıza tuttuğu ışıkla canlandırmaktadır. Aralarındaki fark Osmanlı ve Cumhuriyet farkıdır. Yoksa bakış tarzı, dili, mantığı ve dünya görüşüyle hemen hemen aynıdır. Otuz yıldan beri Türk toplumunda cereyan eden sosyal, siyasal, ve kültürel hadiseleri farklı bir Osmanlı bakışıyla yorumlayarak mizah edebiyatımıza yeni bir tarz kazandıran Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi, Devrannâme (1986) adlı ilk kitabından sonraki yazdıklarını bir araya getiren Seyrânnâme ile okuyucusunun önüne yeniden geliyor. Çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlandığında büyük alâka gören yeni seyahatnâme parçaları, bu türe ilgi duyanların zevkle okuyabileceği metinlerdir.Bu kitaptaki yazılar, son on yıl içindeki Türk toplumunda vuku bulan çeşitli olayların bir Osmanlı çelebisi gözüyle yapılmış mizâhî ve tasviri yorumudur. Hatta bir dönemin mizâhî belgeleri olarak da nitelendirmek mümkündür. Okurken gülecek, düşünecek ve elinizden bırakamayacaksınız inancındayız.

SİTARE

Sitâre... Dilâver Cebeci'nin bu unutulmaz şiiri için hep birşeyler söylemek gelmiştir içimden. Çünkü onu bir şiir şöleninde, kendi sesinden ilk defa dinlediğim zaman mest olmuş, şâir bir kalbin, beden hücre hücre yaşlansa bile, hiçbir zaman yaşlanmayacağını bir kez daha bütün çarpıcılığı ile hissetmiştim. Maddenin değişik şekillerde hâkimiyetini kurduğu, pek çok insanda görüntü bağımlılığı meydana getirdiği bir çağda, içine sığınan bir şâirin, Kandehar Dağları'nda yeşeren çiçeklerin kokusunu ruhumuza taşıdıktan sonra, bizi göklere, sitâreye götürmesi öylesine güzel ki! Ey okuyucu! Ey şiirin toplar damarı, candamarı! Sitâre'yi damla damla akıt kalbine. Akıt ki kalbin, beyaz bir güvercin gibi kanatlansın şiirin mavi göklerine. Senin de pırıl pırıl bir sitâren olsun karanlıkta ışıldayan! Senin de yaşlanmayan bir kalbin olsun. Cebeci'yi, sitâreyi ve seni bütün ruhumla selamlıyorum.

CENGİZ DAĞCI

CENGİZ DAĞCI

(9 Mart 1920- ) Yazar, Kırım'ın Yalta şehrinin Kızıltaş köyünde doğdu. Çocukluğu kıtlık, yoksulluk, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskılar altında geçti. İlköğrenimi köyünde ve Akmescit'te yaptı. aynı şehirde ortaokulu bitirdi (1938). Kırım Pedagoji Enstitüsü ikinci sınıfında iken İkinci Dünya Savaşı çıktı. 1941'de Ukrayna cephesinde Almanlara esir düştü. Almanların yenilmesi üzerine esir kampından kurtularak müttefik devletler safına sığındı. 1946'da Londra'ya yerleşti. Eserlerinde Kırım Türklerinin Rusların zulmü altındaki hayatını anlatır. Türk edebiyatının en güçlü yazarlarındandır. Hüzünlü bir üslûbu vardır.

ESERLERi:

YANSILAR I, II, III, IV, V

Cengiz Dağcı'nın hayatından, günlük tehassüs ve notlarından, Kırım'a, geçmişe olan hasretlerinden meydana gelmiş orijinal bir eser. Yansılar 2 ve Yansılar 3, Yansılar 4, Yansılar 5 olmak üzere, eser halen beş cild olmuştur.

BEN VE iÇiMDEKi BEN (YANSILAR' DAN KALANLAR)

Yansılar 1-2-3-4 diye devam eden eserlerinin sonuncudur.

KORKUNÇ YILLAR

İkinci Dünya Salvaşı'nda bir Kırım Türkü'nün başından geçenleri anlatır.

YURDUNU KAYBEDEN ADAM

Cengiz Dağcı serisinin bir başka romanı.

ONLAR DA iNSANDI

Kırım, Kırım'daki sosyal, hayat, Sovyet idaresinin muhtelif safhalarıyla ve sürgünle ilgili gözlem, hatıra ve çilelerin romanı.

O TOPRAK BİZİMDİ

Kırım'ın İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet idaresi altındaki çaresizliğinin hikayesi.

ANNEME MEKTUPLAR

Kırım'da birbirine saf bir aşkla bağlanan iki gencin çocukluk ve yetişme çağlarını, Kırım'ın tabii çerçevesinde ele alıp işleyen bir roman.

ÖLÜM VE KORKU GÜNLERi

İkinci Dünya Savaşı'nda Alman işgali altındaki Polonya... Millî ayaklanma ve bunun kanla bastırılışı... Bu şartlar altında Varşova'da yaşanmış bir insanlık dramı...

BADEM DALINA ASILI BEBEKLER

Yazar bu romanında da Kırım'a ve Kırım'daki çocukluk günlerinin saf ve canlı hayatına dalıyor.

YOLDAŞLAR

Cengiz Dağcı'nın İkinci Dünya Savaşını anlatan romanı.

BiZ BERABER GEÇTiK BU YOLU

Cengiz Dağcı'nın bir başka romanı.

CENGiZ AYTMATOV 'UN HAYATI VE ESERLERİ

CENGiZ AYTMATOV 'UN HAYATI VE ESERLERİ

Cengiz Törekuloviç Aytmatov 12 Aralık 1928 tarihinde Kuzeybatı Kırgızistan'da Şeker adlı bir köyde doğdu.Babası Törekul Aytmatov at yetiştiricisiydi. Kırgızistan'a,dağlık yörelere Ekim devrimi daha yeni ulaşıyordu. Yazarın çocukluk yılları sistemin yeni yeni yerleşmeye başladığı yıllararastlar.Geçmişe bağlı yaşlı neslin yanında yeni düzene ayak uydurmuş genç kuşak da toplumdaki yerlerini alıyorlardı. Yazar kolhoz tarlalarında çalıştı.Çevresini,tabiatı,insanları o yıllarda tanımaya başladı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında bütün yetişkinler savaşta oldukları için gençlere çok iş düşüyordu. Henüz on beş yaşındayken köyü sovyetinde sekreterlik yaptı,tarım makinalarının hesaplarını tuttu. Daha sonra Kazakistan'daki Cambul veterinerlik teknik okulunda okudu Ardından Frunze(bugünkü Bişgek tarım enstitüsünde okudu.Zooteknisyen olarak bütün ülkeyi ,Kazakistan'ı dolaştı. Aynı zamanda da bir gazeteci sıfatıyla çalışıyor,sürekli gözlem yapıyordu. Pek çok genç nesil mensubu gibi halkından uzaklaşmadı,insanına daha da yakınlaştı. Kırgız gazetelerindeki yazıları,redaksiyon servislerinde aldığı görevler ,muhabirlik faaliyetleri onu yavaş yavaş edebi dünyaya hazırlıyordu.Yazarın akıcı uslubu,kurgudaki başarısı bu ön araştırmalarıyla yakından ilgilidir. Ayrıca bu yıllar geçmiş ile geleceğin kesiştiği bir noktaydı.Her iki dünyayı ve her iki insan tipini çok iyi tanıyordu. Süpeyçi adlı hikayesinin kahramanı baraj mühendisi Beknazar ve Beyaz Yağmur'un kahramanı Zeynepapaalışılagelmiş hayatı temsil ederler.Yeni ahlaki normlar ile eskiyi yaşamakta direnen insanların çatışması eserlere hakim konudur.

Rakipler adlı eserin kahramanı Karatay,Baydamtal Irmağı'nın kahramanı Nurbek, yeni neslin uyanışını temsil eder Bugünle ve geçmişle, yaşlı kuşaklarla çatışmaları anlatılır. Bu eserlerde yazar henüz heyecanıyla yaz-makta ne ciddi bir edebi endişe ne de teknik görülmemektedir.Eserler genel çerçeveleri ile eski ile yeninin çatışması üzerine kurulduğu için estetikten çok didaktik bir endişeye rastlanmaktadır. Ama daha sonraki eserlerinde gördüğümüz yapının ilk adımları olarak değerlendirebileceğimiz bu çalışmalar çark içinde yer alma çabasını göstermesi açısındanönemlidir. Yazarın kendini ispat için zorlama düşüncelere saplandığını da söylemek mümkündür.

Yazar bundan sonraki çalışmalarında 50'li yıllarda kaleme sarılan,Sovyet yazarları arasındadır.Diğer pek çok yazardan farklı olarak yerel kültüre çok büyük önem ve değer verdiğini görürüz.Eleştirileri geçmişin hatalı olduğuna inandığı ögelerinedir. Topyekün bir eleştiriye rastlamayız.Daha önceki kuşağın yazarları milli bir edebiyatın temelini pek sağlam olmasa da atmışlardı. Şimdi mesele yeni kuşağın, yeni düzenle barışık olarak eserler vermeleriydi. Rus edebiyatının bütün dünyada da bilinen engin ufuklarından da yararlanılmalıydı.Unutulmaması gereken bir diğer gerçek ise yazılı edebiyat ürünü olmamakla birlikte Kırgızların tarihinde, eşi benzeri görülmemiş bir destan,halk ansiklopedisi olan Manas Destanı duruyordu.Bu destanların dilden dile dolaşmaya başladığı yıllarda vahşi hayattan yeni yeni kurtulmaya çalışanbir Rus toplumu vardı. Belki Kırgızlar yerleşik hayata yeni uyum sağlıyorlardı ama Er Manas bütün ihtişamıyla onların yanındaydı. Kuşaktan kuşağa akıp gelen bu sınırsız mısralarla birlikte masal,efsane,türkü kültürü de ihmal edilemeyecek bir tabii hazine durumundaydı. Ve bu değerler bütününden en iyi yararlanabilen yazar ise Cengiz Aytmatov'du.Aytmatov'un ilk eserleri bu tarihi ögelere, kendi yöresinin, Talas VadisininKültürüne dayalıydı.Folklorik unsurlar ,masal kahramanları, geleneğin taşıdığı tecrübe ,yeni oluşan edebiyat dünyasında Rus edebiyatının yeri kadarönemli zengin bir altyapı oluşturuyordu.Yazarın 1956'dan itibaren devam ettiği Moskova Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü, onun engin yerel kültürünü evrensel boyuta nasıl taşı-yabileceğini öğrenmesine yardımcı oldu. Bu arada Moskova'nın kültür dünyasını da tanıma fırsatı buldu. Yazar bu yıllarını teorik çalışmalarla geçirdi.Bu yıllarda,edebi değerleri yükselmeye başlayan Yüz Yüze(1957),Cemile(1958),Selvi Boylum Al Yazmalım(1961),Deve gözü(1961) adlı eserlerin yazıldığını görüyoruz. Yazar 1952'de yazdığı Gazeteci Cyudo,Aşim gibiKırgız dergilerinde yayınlanan hikayelerinden çok daha ötelere gelmişti artık.Yüz Yüze,ve Cemile,Süpayçi ve Beyaz Yağmur,Rakipler ve Asma Köprü (Baydamtal Irmağı'nda), Selvi Boylum ve Deve Gözü gibi ikili hikaye grupları,benzer konu ve ilişkilerin anlatıldığı eserlerdir(1).Yüz Yüze'de asker kaçağı kocasını ihbar etmek zorunda kalan Seyde'nin trajedisini, I958'de yazılan Cemile'de farklı bir boyut ve ortamda görürüz. Cemile'nin kocası askerdedir. Onu sabırla bekler. Am Danyar girer dünyasına. Çok riskli ama "iyimser bir gelecek" ile karşılaşırız .Yeni bir dünya görüşü de yansıtılır bu arada.Ama yer yer eskiye yöneltilen eleştirilerin dozunun çok iyi ayarlandığını,geçmişin yok edilmeye çalışılmadığını dagörürüz.

Selvi Boylum ve Deve Gözü'nün benzerlik arzeden yapısı,o dönemYazar ve dramturglarında da görülen bir durumdur (Axjanov, lipatov, Marcinkivicius,Arbusov,Rosov gibi).Güçlü,karşı durmayı bilen, haklarını korumaya çalışan kahramanlar göze çarpar.Cemile ve Deve Gözü'nde felsefi boyutun gerçekçi bir şekilde eserlere yerleştirildiği görülür.Ciddi tesbitler vardır. Burada Cengiz Aytmatov'un yeni bir yol denediğini söyleyebiliriz.Felsefi unsurların verilişinde Rus edebiyatı ve Sovyet edebiyatının etkilerinden söz edilebilir.

Cemile'de geleneksel Kırgız edebiyatının tipleme anlayışı kullanılsaydı ,Kırgız efsanesi Olcabay ve Kisimcan'dan farklı bir şey göremezdik.Cemile ve Danyar'ın hiç istenmeden gelişen ilişkileri geleneksel yapıdan hayli uzak bir uslupla ele alınmıştı.Danyar'ın görüşleri ,derin duyguları Cemile'yi etkilemiştir.Danyar sadece düşünceli,savaşta sakatlanmış biri olarak değil,bir gücün temsilcisi olarak karşımızdadır.Danyar'ın Cemile'nin aklına düşürdüğü şey yönlendirme şeklinde vasıflandırılamaz. Onlar birbirleri içinkarar vermişlerdir.

Aytmatov,1956'da Sovyet yaazarlar Birliği üyesi olur.Moskova Edebiyat Enstitüsü'nde Maksim Gorki adlı incelemesini yazdı.Enstitüdeki diploma çalışması olan Cemile onun ilk zirvesiydi. !959'da Komunist Parti'ye üye oldu.Taşkent'te yapılan Asya-Afrika Yazarlar Konferansı'na katıldı. Kırgızistan Edebiyatı adlı yayın organında redaktörlük yaptı. Pravda'nın Kırgızistan masasında görev yaptı.Aytmatov, hikayelerinde(Uzun hikaye) okuyucusuyla doğrudan ilişki kurabileceği bir yapı peşindedir.Okuyucunun eserden etkilenmesini değilkatılmasını hedefler. İlk eserlerinden itibaren gelişen bu arayış her eserdeyeni bir formda karşımıza çıkar.Zamanla subjektif karakterlere de rastlarız.

Kişileştirme önceki eserlerden farklı bir hal almaya başlar.60'lı yıllardan itibaren Kırgız geleneklerine bağlılığı konusundaki bakışını netleştirirken ,bir yandan da Radlow'un 19.Yüzyıldaki çalışmalarından etkilenerek Kırgız kültürünün, epik ögelerini inceliyordu. Bu gücün kaynağına inmeye çalışıyordu.Manas ile ilgili çalışmalar yapıyor, yapılan çalışmaları izliyordu.

İşte yazarın bu dönemdeki ilk eseri İlk Öğretmenim(Öğretmen Duyşen)(1962)'dir.Kahramanlar olgunlaşmış,sistemle uyumlu idealist kişiler olmuştur .Ama Duyşen'in bir parça Er Manas tarafı olduğu da inkar edilemez.İlkÖğretmen hem teknik hem işleniş açısından önemli bir aşamadır.Bu özellik Daha eserin girişinde kendini gösterir."......Biz gülüşerek çığlıklar atarak tepeye tırmanırken iki yana sallanan kavaklar ,serin gölgesiyle,tatlı hışırtılarıyla sanki bizlere "Hoş geldiniz"derlerdi. Biz baldırı çıplakların derdi kuş yuvalarıydı, birbirimizin omzuna basarak hemen kavaklara çıkardık.Ürken kuşlar sürü sürü tepemizde uçmaya başlarlardı .Fakat bize ne kuşlardan,onlar ne halleri varsa görsünler !Biz yükseldikçe yükselirdik dallara basa basa.Kimin daha gözüpek,becerikli olduğu o zaman anlaşılırdı.Derken kuş uçuşu yüksekliğinde ,büyülü bir değnekle dokunmuşçasına ,önümüzde şaşırtıcı bir Sesizlik ve ışık dünyası açılırdı...."(2).

Bu satırlarda eserin sonuna ve kavak ağaçlarına bağlanan müthiş bir kurgu ustalığı görürüz. Akıcılık ise başka bir değer.60'lı yıllarla başlayan bu yeni bakış pek çok yazar,yönetmen ve dramaturga da örnek teşkil ediyordu.Aytmatov'un 1963 yılında yazdığı Toprak Ana adlı eseri ona Lenin Ödülü'nü kazandırdı.1964 yılında Al Elma adlı hikayesini yazdı.1965 yılında Kırgız Sinemacılar Birliği Başkanı oldu. Aynı yıl Beyrut'taki, 1966'da Delhi'deki Asya Afrika Yazarlar Konferansı'na katıldı. Aynı yıl bir diğer önemli eseri olan Gülsarı'yı,Rusça olarak yazdı.

Gülsarı bir bakıma geçmişin muhasebesi gibidir.Yapılan hatalar,alınan mesafe bir bir sorgulanır.Gülsarı ile birlikte Tanabay'ın silinişi bir devri olanca hüznüyle gözler önüne serer. O yılların sıkıntıları geride kalmıştırama bu arada heyecan da kaybolmuştur. Eser o yıl çok sayıda eleştirmenin dikkatini çekti. Nesir dalında en iyi çalışma olduğu konusunda herkes hemfikirdi (3). Fakat muhasebe yapılırken yazarın açık tavır olması pek çok çevreyi rahatsız etti. Leonov, Belov gibi yazarların da eserlerinde geçmişe yönelik eleştirilerinde aynı keskin dili kullandıklarını görürüz.Aytmatov,zengin bir kültür geleneğinin,üretmeye elverişli yapısınınEdebiyat geleneğinin gelişmesinde çok önemli bir rolünün olduğunu eserleriyle ispat etti.Çünkü pek çok kişi geçmişin tamamiyle silinmesi gerektiğineinanıyordu. Yazarın 60'lı yıllarda kaleme aldığı eserleri bu ön yargılı görüşleri yok etmişti.Bu arada yazarın bu tavrı dolayısiyle sıkça takibata uğradığıda bilinmektedir.

1967'de Sovyet Yazarlar Birliği İdare Heyeti Üyeliğine seçildi.1968'deBüyük Sovyet Ödülünü aldı. Aynı yıl Kırgız Halk Edipleri adlı çalışması yayınlandı. 1970'te Beyaz Gemi,Askerin Oğlu,Oğulla Görüşme adlı eserleriMoskova'da yayınlandı.

70'li yıllarla birlikte yazarın geleneksel motif, efsane ve masallara yaklaşımı çok özel renkler kazanmaya başlar. "........Efsane ve mitoslar üzerine düşünelim bir.Onlar halkın canlı hafızası,hayat tecrübesi, felsefesi, tarihidir.Maslımsı fantastik dünyaları önemli değerler taşır. Mesela Geyik Ana(Beyaz Gemi) bugünkü gerçeklerle bütünlük arzeder. .........." (4).Yazar bu sözleriyle gerçekle masalın dünyasını nasıl birleştirdiğini ifade eder.Beyaz Gemi'de Orazkul ve Seydahmet bir tarafı, Mümin Dede ve Çocuk diğer tarafı temsil eder. Seydahmet ve Mümin Dede pasiflikleriylebirbirlerine yaklaşırlarken ,Çocuk ve Orazkul zıt kutupları temsil ederler.Yazar çocuğa bir"ad" bile vermez.Çünkü onu bütün çocukların temsilcisi olarak görür ve masal kahramanlarıyla özdeşleştirir. O, capacanlı birmasal kahramanıdır. Ama gerçektir de.Ölümü de son derece destansıdır.O-nun ölümü bir kurtuluş gibidir.Pek çok Rus eleştirmenin görüşlerinin aksine bu ölümde ve ölüm şeklinde bir karamsarlık yoktur.Orazkul'un yalnız kaldığında çocuğu olmayışının acısını yaşaması ayrıca enteresandır.O eserin kötüyü temsil edenlerindendir.Onun bu iç muhasebesi onu bir kahraman olmaya doğru götürür. Bu durumu Çocuk ve okuyucu bilir.Diğer tip ve kahramanların haberi yoktur.

Eserde iyiler ve kötüler masalsı bir işleyişle birbirinden ayrılırken edebi anlamda birer karakter olduklarını görürüz. Müthiş bir kurgulama ileOkuyucu masal ve gerçek arasında dolaştırılır. Ve okuyucu aynı zamandakatılımcı olduğu için gerçeğin veya masalın hangisi olduğunu ayırmaktagüçlük çeker.

Yazar geçmişte,din,felsefe,ilim adına insanların birbirine düşürüldüğünü ,bunun bugün de yarın da böyle olacağı görüşünü savunuyor.Edebiyatın bu noktadaki görevinin büyük olduğunu,insanlar arasında ortak dünyalar oluşmasına yardım ettiğini, edebiyatın öneminin her geçen gün daha da artğını vurgulamaktadır(5). "...........Nesrin iki tarzı var bugün. Biri spekulas-yonlara açık olan,diğeri ise gerçek nesirdir.Kalıcı bir eser için bilinen edebikaidelerin yanında sanatçı ruhu ve dürüst bir kişiliğe ihtiyaç vardır....."(6).

Yazarın bu sınıflaması ,yazarın yazdığına inanmasının gerekliliğini en açıkşekliyle ifade etmektedir.Sanat dünyasındaki dejenerasyona yazar şu sözleriyle tepki gösterMektedir: "......Okuyucunun beklentisi,ilgisi de nesrin başka bir yönlendiri-cisi .Okuyucunun seviyesi yükseldikçe,sanatçı da kendini yenilemek,bir üstbasamağa geçmek durumundadır . Bugün batıda ekonomideki rekabete benzeyen sanat rekabeti, pornografiyi bile sanat sınıfına sokacak kadar tuhaflaşmıştır....." ( 7). Aytmatov, yeni nesirle ilgili bir diğer gelişmeyi ,nesrin drama havasına bürünmesini, seviyenin yükselmesi olarak değerlendiriyor. Yazarın sıkça bir senarist veya yönetmen gibi davranması gerektiğini

savunur. Bunun da yaşamakla, uzun yaşamakla ilgili olduğunu, Ernest Hemingway'in "Büyük bir yazar olabilmek için uzun yaşamak gerekir"(8)şeklindeki sözlerini hatırlatarak savunmaktadır. Tabii ki burada uzun yaşamaktan, insanın değişmesinin takibi, karşılıklı etkileşimin önemi kastedilmektedir

Cengiz Aytmatov'un babası 1937 yılında Milli Kırgız Partisi sekreteriydi. Yazar,o günleri anlatan,babasının kuşağını işleyen , otobiyografik birçalışma yapmak istediğini bir kaç konuşmasında ifade etmiştir (9).Yazarkendi şeceresini şöyle dile getiriyor:".......Baba adı Törekul, dede Aytmat, onun babası Kimbildi,onun babası Kuncuyok ...." (10).Gelenek ve göreneklerine gösterdiği sadakatın bir diğer belirtisi de kendi geçmişi ile ilgili bilgi sahibi olmasıdır.Atalarının mezarlarına,uzak akrabalarına,onların mesleklerine ve detaylı hayat hikayelerine kadar herşeyi bilmektedir.Baba Törekul Aytmatov,daha sonra mevcut partinin lağvedilmesiylebirlikte Komunist Parti'ye üye olur. Parti görevlisi olarak gönderildiği Moskova'da ihanet suçundan tutuklanır,ardından ölüme mahkum edilir.Ölümünden sonra yapılan araştırmada suçlu olmadığı kanaatine varılır.Ancak bu iadei itibar hadisesinden sonra aile tekrar Kırgızistan'a dönebilir. Orada ya-zar ve annesi halaları Karagözapa'nın evinde kalırlar. Bu yıllar aile için sonderece zorlu geçer.Aytmatov ailenin büyük çocuğuydu,pek çok sorumluluğu vardı.Güçlü bir kadın olan annesi onun yetişmesinde,edebiyatla tanışmasında çok etkili oldu.Ona hem Rus edebiyatını hem de Kırgız kültürünü öğretmeye çalıştı.Birkaç yıl burada kalındıktan sonra annesinin işi dolayısıyle Kirovskaya adlı bir Rus köyüne taşındılar.Yazar orada Rus okulunasinin de katkılarıyla hareketli bir gençlik yaşadı,gerek gittiği okullarda, gerekse kendi çabasıyla ciddi bir yetişme süreci geçirdi.Aytmatov,bilinen eserlerini kaleme almadan önce işe tercümeler yaparak başladı.ValentinKateev'den (1897-1986)Alay'ın Oğlu,Mikhail Bubenkov'dan (1909-1983) Huş Ağacı adlı eserleri Rusça'dan Kırgızca'ya çevirdi.Bu çalışmaların o dönem için önemi çok büyüktü(11).

Yazar,bir konuya son derece eğlenceli bir şekilde yaklaşılabileceğigibi,çok ciddi bir gerçekçilikle de aynı konunun ele alınabileceği görüşündedir.Bu arada esas olanın alt yapı ve uzun süren bir ön araştırma olduğunuda vurgular(12). Kendisinin savaşı, ilk gençlik yıllarında ve cephe gerisindede olsa yaşadığını,o yıllarda insanların heyecanla, bütün güçleriyle çalıştıklarını,hayatın insanlar üzerinde en zor şartları tecrübe ettiğini, yazarken hepbu hususları göz önünde bulundurduğunu söylemektedir(13). Pek çok eleştirmen de yazarın bu özelliğini vurgulamaktadır (14). Eserler gözden geçirildiğnde bu husus çok açık olarak da belli olmaktadır.

Mit ve efsanelerin eserin genel kurgusuyla başa baş, aynı özenle işlenmesi yazarın bir diğer üstünlüğüdür. Onları halkın hafızası, yazılmamıştarihi olarak görür. Felsefi yapıları kadar fiktif yapılarından da etkilendiğiaçıktır.Kırgız topraklarında sözlü edebiyat ürünleri derin bir geçmişe sahipolmasına rağmen ilk basılı edebi ürün Moldogazi Tokobayev'in Sessiz Kakay adlı tiyatro eseridir.Bunu Kasımali Bayalinov,Tugalbeg Sadıkbekov ve Mukay Elebayev'in eserleri izler.

Modern edebiyatta mitolojik öge ve efsanelerin kullanılışı çok yeni değildir.Thomas Mann,James Joyce,J.P.Sartre,Albert Camus'da da görürüz.Ama Aytmatov'un bu ögelerin toplumsal gerçekçi yaklaşımdaki en başarılıkullanıcısı olduğunu söyleyebiliriz(15).Yazar Türkçe ve onun tarihte kullanıldığı en hacimli eser olan Manas Destanı'na çok büyük önem vermektedir. "......Bundan bir süre önce uzun yıllarRusya'da sürdürülen bir çalışma tamamlandı. Bu çok hacimli bir Türkçesözlüktür. Yüzyıl önce Petersburg'da hazırlanmaya başlanan bu sözlük benim el kitabımdır.Sürekli ondan yararlanırım.Bu sözlük sayesinde Türk atalarımla konuşabiliyorum ......" (16). ".......Kırgız destanları beni çok etkiledi.Hala da etkiliyor.Her eserim bir ucundan bu destanlara dayanır.Manas Destanı bir milyon mısradan oluşur. Dört ciltlik bu destan yirmi yılda bir arayatoplanabilmiştir.Bu destanın özü insan duygularıdır. Tekrarlıyorum her ese-rim bu Kırgız destanlarına dayanır....." (17). Yazar Kırgız edebiyatının kaynağını da eski sözlü gelenek,halk hikayeleri,özellikle de Manas Destanı olarak gösterir. İkinci kaynak olarak isemodern Sovyet edebiyatından söz eder.Bu sayede iki kaynaklı,geçmişle bugünü bir arada sürdüren bir edebiyata sahip olduklarını belirtir (18).Aytmatov,pek çok edebi sima üzerine çalışmalar yapmış,dikkate değer edebi araştırmalara imza atmıştır. Türk dili ve edebiyatı, halkbilimi,sosyoloji sahalarında eserler vermiştir(19).

1973 yılında ilk ve tek tiyatro eseri olan Fujiyama'yı Kazak dramaturg Kaltay Muhammedcanov ile birlikte yazdı. Yazarı da şaşırtan bir ilgigören eser pek çok dile çevrildi,bazı ülkelerde sahnelendi.Ayrıca Kırgızfilmtarafından sinemaya da uyarlandı.

1980'de yazarın hayatında eserleri açısından büyük bir birikim sonucu ortaya çıktığı anlaşılan Gün Uzar Yüzyıl Olur yayınlanır.Hikaye ve uzunhikayelerin ardından gelen bu roman başta Sovyetler olmak üzere bütün dünyada heyecanla karşılandı. Bu eserde aşağı yukarı on yıl öncesinden bugün olanlara dair ipuçları görürüz. O ana kadar rejime yapılan en yoğun eleştirilere burada rastlarız.Ama edebi tavizler olmadan bunun yapılabilmesi de ayrıca önemlidir.

Yazarın bu eserinin ardından uzunca bir süre için edebi çalışmaları-na ara verdiğini,politik konumuyla ilgili çalışmalar yöneldiğini görüyoruz.Sovyetler Birliği'ni ve Kırgızistan'ı ülke içi ve dışında defalarca temsil etti.1986 yılında yazarın öncülüğünde Kırgızistan'da gerçekleştirilen veolumlu(20) olumsuz(21) pek çok eleştiri alan Isık Göl Forumu düzenlendi.

Dünyanın doğusu ile batısını birleştirmeyi amaçlayan bu forum çok büyük bir uluslararası katılımla gerçekleştirildi. Yapılmak istenen şey tabii ki çok önemliydi ama dünyanın gidişatına çok uygun değildi. Sonraki yıl bu forum Peter Ustinov'un desteğiyle İsviçre'de yapıldı ama gereken ilgiyi görmedi.

Isık Göl Forumu'nda Cengiz Aytmatov'un Gün Uzar YüzyılOlur'dan daha hacimli bir eser olan Dişi Kurdun Rüyaları'nın ilk haberlerinin duyulduğunu görüyoruz.Bu eser yazarın Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek'ten sonra Kırgız -Kazak dünyasından ikinci çıkışıdır. Romanın kahra-manı yeni bir Hristiyanlık anlayışının peşinde olan Abdias adlı bir Rus mis-

yonerdir.Tabiatın geleneğin temsilcisi ise dişi kurt Akbar'dır. Abdias'ın trajedisi ,esrar mafyası,çevre düşmanlığı,Akbar'ın sabır yüklü yolculuğu müthiş bir kurgu ile anlatılır.Bütün dünyada çok büyük ilgi gören eser,ülkemizde ilginin dağılmaya başladığı 1990 yılında Ötüken Yayınevi tarafından yayınlandı(22).I990 yılında Sovyetler Birliği'nin Lüksemburg büyükelçiliği görevinde bulunan yazar bir süre sonra birliğin dağılmasından sonra bütün yurtdışı temsilciliklerin Rusya'ya devriyle bir süre Rusya büyükelçisi sıfatıylagörev yapmak durumunda kalmıştır.Yazar 90'lı yıllarda edebi anlamda birkaç küçük ama önemli esere imza atmıştır.Cengiz Han'a Küsen Bulut ve Yıldırım Sesli Manasçı bunlar arasında sayılabilir. 90'lı yıllarda İlesam tarafından kendisine verilen ödülü al-almak ve İstanbul Sinema Günleri'nde adına düzenlenen günlere katılmak için ülkemizi ziyaret eden yazar çok büyük ilgi görmüştür.1970'lerdekiilk ziyaretinde ona ilgi gösterenler ile bu gelişlerinde yoğun ilgi gösterenlerin farklı olması da dünyada değişen bir şeyler olduğunun göstergesidir.60'lı yıllarda yazara yöneltilen eleştirilerin yorumu da ayrı bir çalışmaolabilecek niteliktedir(23).Bize göre her şeyi kendi dönemi, norm ve değerleri çerçevesinde değerlendirmek doğru olacaktır.Şu anda,21.Yüzyıldan geriye dönüp bakıldığında değişime uğramayan hiç bir şeyin kalmadığını görüyoruz. Bu anlamda geçmiş, birkaç söz ve olayla anlaşılamayacak yoğunluktadır.Lüksemburg'daki görevinin ardından Kırgızistan'a dönen yazar birsessizlik dönemi geçirdikten sonra tekrar aktif politik hayata dönmüş,halen Fransa'da Kırgızistan'ın Paris büyükelçisi olarak görev yapmaktadır.

Dr. Mustafa Çetin *

Cahit Sıtkı Tarancı - (1910-1956)

Cahit Sıtkı Tarancı - (1910-1956)

Diyarbakır'da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdi. Mülkiye Mektebi'nde okudu. Paris'e gitti. ikinci Dünya Savaşı çıkınca geri döndü. Çevirmenlik yaptı. Ağır bir hastalığa yakalandı. Viyana'ya götürüldü. Orada öldü. Ankara'ya getirilip toprağa verildi. Otuz Beş Yaş şiiriyle ün yaptı. Hayat, aşk ve ölüm, şiirlerinin başlıca temalarını oluşturmaktadır. Ömrümde Sükût, Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası adlı şiir kitapları bulunmaktadır.

Şiirlerinden örnekler;

DESEM Kİ
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.

Desem ki sen benim için,
Hava kadar lâzım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
AŞK
Açınca baharın dişi gülleri,
Bir başka rüzgâr eser bahçelerde.
Dinle çılgınca öten bülbülleri;
Sorma niçin düştüğünü bu derde.

De ki: – Aşktır şâdeden gönülleri;
Perişan, berbat eden gönülleri.
Aşk söyletir en yanık türküleri,
Ay buluta girdiği gecelerde.


BİR ÖLÜNÜN ARDINDAN

Kabrime çiçek getirenlere gülerim;
Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;
Bilmezler ki bu kabirle yoktur alâkam;
Ben o çiçeklerdeyim, ben bu çiçeklerim.

Bekir Berk

BEŞİR AYVAZOĞLU

(1953 - ) Yazar, şair. Sivas'a bağlı Zara'da doğdu. Bursa Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdi (1975).

ESERLERi:

GÜLLER KiTABI

Beşir Ayvazoğlu'nun Türk zevk tarihinin çiçeklerle ilgili tarhlarında dolaştığı ve okuyucuyu dolaştırdığı şahane bir eserdir.

AŞK ESTETiĞi

Türk-İslam sanatlarının ardındaki dünya görüşünü anlama çabasından doğan Aşk Estetiği, kendi estetik dünyamıza kendi gözümüzle bakma denemesidir.

YAHYA KEMAL (EVE DÖNEN ADAM)

Yazar bu kitapta, büyük şairin "eve nasıl döndüğünü" ve "evin şiirini" nasıl yazdığını anlatıyor.

TARIK BUĞRA (GÜNEŞ RENGi BiR YIĞIN YAPRAK)

Sanat anlayışının, dilinin ve üslûbunun farklılığı dolayısıyla ister istemez kendi neslinden koparak modaların dışında bir yazarlık macerası yaşayan Tarık Buğra, aslında yalnız bir adamdı, fakat yalnızlığını bereketli bir kaynak haline getirebilmişti. Beşir Ayvazoğlu, elinizdeki kitapta onun bu yazarlık ve yalnızlık macerasını anlatıyor.

GELENEĞiN DiRENiŞi

Bu kitapta, gelenek kavramı, bir kültürün kendisini devam ettirme, değişirken bile kendisi olarak kalma refleksi olarak yorumlanmış ve Türkiye'de, iki yüz yıllık Batılılaşma döneminde, varlığını korumaya çalışırken yaşadığı heyecan verici maceralar anlatılmıştır.

ŞiiRLER

Ayvazoğlu, şiiri, bir davayı anlatma aracı olarak değil, dilin asırlar içinde biriktirerek bünyesinde gizlediği zenginlikleri ve beşeriyi keşfetme çabası olarak görüyor. Yazar diğer şiir kitaplarında yer alan şiirlerin büyük bir kısmını bu kitaplara girmeyen şiirlerle buluşturdu.

DEFTERiMDE 40 SURET

Eskiden, insan için âlem-i sugra, yani küçük âlem derlermiş, ne kadar doğru. Bana sorarsanız, her insan ayrı bir âleme açılan bir kapı; o kapıdan içeri girdikten sonra, labirentlerinde kaybolmak işten bile değil, Freud'ların mroydların başlarına gelen nedir? Sıradan zannettiğimiz insanların bile uçsuz bucaksız iç dünyaları varsa, bilim, sanat ve hareket adamlarının dünyalarının büyüklüğünü varın siz hesap edin. Doğru söylüyorum, onları derinliğine anlamaya çalışmak, galaksiler arası yolculuğa çıkmak gibi bir şey olmalı.

ŞEHiR FOTOĞRAFLARI

Eski şehir fotoğraflarına bakarken, ucundan kıyısından yaşadığımız, fakat anlamaya fırsat bulamadan kaybettiğimiz hayatın dimağımda kalan tadını yeniden yaşıyorum. Bize gelinceye kadar yavaş yavaş incelen ip birdenbire kopmuş, kendimizi alabildiğine farklı bir dünyada buluvermiştik. Asıl kopuşu benim de mensup olduğum neslin yaşadığını söylemek istiyorum. Eskiden usul usul ve kendiliğinden yok olan evlerin buldozorlerle yıkılıp yerlerine bilmem kaçar katlı apartmanların dikildiğini gördük. Radyonun bile lüks sayıldığı evlerden çıkıp borç harç renkli televizyonlar, videolar, bilgisayarlar edinen garip bir nesiliz. Kaçınılmaz bir şeydi bu. Dünya kaç bucakmış öğrendik. Şimdi içinden çıkıp geldiğimiz hayata o kadar uzaklardan bakıyoruz ki! Başka hiç bir nesil bizim yaşadığımız âni değişmeyi yaşamamıştır. Bu, büyük bir şok olduğu kadar, şüphesiz, bulunmaz bir tecrübedir de.

Bekir Berk

Bekir Berk

Avukat -Yazar

1926 yılında Ordu'da doğdu.İlkokulu Beşiktaş 20.İlkokulu'nda, ortaokulu Gaziosman Paşa Ortaokulu'nda, Liseyi Balıkesir Lisesinde okudu.İstanbul Kabataş Erkek Lisesi'nde lise bitirme ve Devlet Olgunluk İmtihanlarına girip, diplomasını aldı.İstanbul Hukuk Fakültesinden 1951 yılında mezun oldu.Hukuk Fakültesini bitirdikten sonra T.C.Adalet Bakanlığı nezaretindeki İstanbul Adliyesinde bir yıl staj-ihtisas yaptıktan sonra avukatlık ruhsatnamesi aldı. Avukatlık hakkını elde ettikten sonra İstanbul Barosuna kaydolarak avukatlığa başladı.Avukatlığa 20 yıl (1953-1973) devam etti.1973'de bağlı olduğu İstanbul Barosundan istifa etti.İlk yazısı "Haddini bil kemalist" adıyla Altın Işık dergisinde yayınlandı.Faaliyetleri: Milli Türk Talebe Birliğine İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti İdare Heyeti azalığı yaptı ve M.T.T.Birliğine bağlı dernek toplantısında Komünizmle Mücadele Komisyonu azalığına seçildi.Türk Kültür Ocağı adlı cemiyetin iki devre başkanlığını yaptı.Ayrıca Milliyetçiler Federasyonu Başkanlığında bulundu.Bir yıl da Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi Başkanlığı yaptı.1973 yılında hac vazifesini ifa ettikten sonra Suudi Arabistana yerleşti.Cidde Radyosu Türkçe yayın bölümünde 1974 yılı Eylül ayında çalışmaya başladı.1989 yılının Martında yaş haddi sebebiyle akdi sona erdi.15 yıl programcı ve spiker olarak görev yaptı.Yaptığı programlar: Edebiyat Dünyası, İlim ve İman, Tarihten Sayfalar, Konu ve Çözüm, Yeni Buluşlar.

Eserleri: Komünizme Karşı Mücadele(1950-1952) adlı dergi,Dünya Anayasalarında Din (1960), Patrikhane ve Kıbrıs (1962), Mülakat, Ankara Davası (2 defa 1900 nüsha), İslami Hareket, Müslümanlar Kızıllarla Bir Tutulamaz (1969), Kanunsuz Suç Olmaz, İlmi ve Hukuki Açıdan Nurculuk Davası (1971), Kararlar (I-II), İthamları Reddediyorum (1972), Hakkın Zaferi İçin (1972), Zafer Bizimdir(1972), Türkiye'de Nurculuk Davası, Körfez Fitnesi (1991).Ayrıca Sabahattin Aksakal tarafından yayınlanan Hakkın Müdafaası adlı eserde bazı müdafaları yayınlanmıştır.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Bedri Rahmi Eyüboğlu

ressam-şair

1913 yılında Görele'de doğdu. Ailesinin beş çocuğundan ikincisidir.Trabzon Lisesi'nde okurken, 1927'de bu okula resim öğretmeni atanan Zeki Kocamemi'nin öğrencisi oldu. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929'da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girdi. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı'nın öğrencisi oldu. 1930'da eğitimini bitirmeden, ağabeyisi Sabahattin Eyüboğlu'nun yanına Paris'e gitti. Orada André Lhote'un yanında resim çalıştı. Daha sonra evleneceği Rumen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanıştı.Yurda döndükten sonra 1934'te D Grubu'nun dördüncü sergisine otuz resmi ile katıldı. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş'te açtı. 1934'te katıldığı Akademi'nin diploma yarışmasında üçüncü oldu. Bu derece ile mezun olmak istemediği için bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanırken, bir yandan da Çerkeş demiryolu yapımında tercümanlık yaptı, Tekel Genel Müdürlüğü'nde çalıştı 1936'daki diploma yarışmasında Hamam adlı kompozisyonuyla birinci oldu. Aynı yıl Moskova'da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi'ne katıldı. 1937'de Cemal Tollu'yla birlikte Akademi'nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy'nin asistanı oldular. Bedri Rahmi birçok ressamın katıldığı CHP'nin kültür programı çerçevesinde resim yapmak için 1938'de Edirne'ye, 1941'de de Çorum'a gitti. Geleneksel süsleme ve halk el sanatlarından seçtiği motifleri eserlerinde başarılı bir bireşimde kullandı. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu'ya özgü görünümler egemendir.1940'lardan sonra duvar resimlerine yöneldi. İlk duvar resmini 1943'te İstanbul'da, Ortaköy'deki Lido Yüzme Havuzu için yaptı. 1947'de İstanbul'da özel bir atölye ve galeri açtı. 1950'de Ankara'da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergisi düzenlendi. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris'e gitti.1950'de Mozaik çalışmalarına başladı. 1958'de Uluslararası Brüksel Sergisi için 272 m²'lik bir mozaik pano gerçekleştirdi ve bu eseriyle serginin büyük ödülü olan altın madalyayı kazandı. Bundan bir yıl sonra Paris'teki NATO yapısı için, şimdi Brüksel'de bulunan, 50 m²'lik bir mozaik pano hazırladı. 1960 ve 1961'de iki kez ABD'ye gitti. Orada birçok geziye katıldı, konferanslar verdi ve resim çalışmaları yaptı1969'da Sao Paulo Bienali'nde (iki yıllık sergi) onur madalyası kazandı. Ayrıca 1940'ta Devlet Resim ve Heykel Sergisi'nde resim dalında üçüncülük, 1943'te aynı serginin 4.sünde ikincilik ve 1972'de de 33. sergide birincilik ödülünü aldı. Ölümünden sonra 1976'da Ankara'da "Yaşayan Bedri Rahmi" adıyla bir sergisi düzenlendi. Aynı yıl İstanbul'da da Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde adına düzenlenen bir sergiyle anıldı 1984'te İstanbul'da "Bedri Rahmi-Her Dönemden" adlı bir toplu sergisi açıldı.Bedri Rahmi Akademi'deki ilk yıllarından sonra temel bilgilerini Paris'te André Lhote'un akademisinde edinmesine karşın onun kübist ve yapımcı (konstrüktif) yaklaşımını benimsememiş, Dufy ve Matisse'i kendine daha yakın bulmuştur. Paris'ten döndükten sonra Anadolu ve Trakya gezilerinde yaptığı resimlerle İstanbul görünümlerinde Dufy'nin renk ve çizgi anlayışının etkileri görülür. Zamanla bu etkiden sıyrılan Bedri Rahmi halk sanatını sağlam bir kaynak olarak görmeye başlamıştır. Halk sanatından yola çıkarak yeni anlatım biçimleri aramıştır. Minyatürlerden de esinlenmiştir. Anadolu kilimlerinin geometrik, soyut biçimleri, çini, cicim, heybe, yazma ve çorapların bezeme düzeni ve renk uyumlarını kaynak olarak kullanmış, motifin ağırlık kazandığı süslemeci bir tutumla resimler yapmıştır. Ancak, yalnızca motifleri resme uygulamakla yetinmemiş, renk ve malzeme araştırmalarına da girmiştir. Çeşitli teknikleri deneyerek gravür, mozaik, heykel ve seramik alanlarında birçok ürün vermiştir. Yine bir halk sanatı olan yazmacılığa da yönelmiş, kumaş üstüne baskılar yapmış, bu çalışmalarını öğrencileriyle birlikte de yürütmüştür. İki yıl kadar süren ABD gezisinden sonra değişik malzemelerden yararlanarak soyut resimler ve renk düzenlemelerine yönelmişse de son yıllarında yeniden eski konularına dönmüştür. Kemençeciler, gecekondular, hanlar, kendi portreleri, balıklar ve kahvelerle, yeni renk ve doku deneyimlerinden de yararlanarak ustaca eserler vermiştir. Çağdaş resim öğelerini de içeren bu çalışmalarında, konu soyuta yaklaştığı oranda, resmin de bir tür "nakış"a dönüştüğü izlenir. Bedri Rahmi 1927'de başladığı resim öğretmenliğini ölümüne kadar sürdürmüş, Akademi'deki atölyesinde sayısız öğrenci yetiştirmiştir.

ŞİİRLERİ-YAZILARI

Bedri Rahmi 1928'de daha lise öğrencisiyken şiir yazmaya başlamıştır.Şiirlerine, 1933'ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilmiştir. 1941'den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayımlanmıştır. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, şiirlerine de yansımıştır. Halk dilinden ve şiirinden aldığı öğeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürmüştür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü, halk sanatı konularındaki görüşlerini sergilemiştir. 21 Eyül 1975'te İstanbul'da öldü.

ESERLERİ:

Resim: Paris, Mustafa Eyüboğlu, 1933; Yazılı Natürmort,1936; Salı Pazarı, 1938; Eren, 1940; Nallanan Öküz, 1947; Düşünen Adam, 1953; Köylü Kadın (Tren-Yataklı Vagon), İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Karadut Satıcısı, 1954; Çömelmiş Köylü, 1972; Ankara'nın Kavakları,1973; Mor Takkeli Hacı, 1974; Son Kahve, 1975; Anadoluhisarı, Ankara Resim ve Heykel Müzesi; Çıplak; Ev İçi, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi; Han, 1975; son resmi. Duvar Resmi: Lido Yüzme Havuzu'nda duvar resmi; 1943, Ortaköy/İstanbul;Hilton Oteli'nde duvar resmi; Divan Oteli'nde duvar resmi. Mozaik Pano: Uluslararası Brüksel Sergisi için mozaik pano, 1958; Nato yapısında mozaik pano, 1959, Brüksel; İşçi Sigortaları Hastanesi'nde seramik pano, 1959, Samatya/İstanbul; Etibank yapısında seramik pano, Ankara; Marmara Oteli'nde mozaik pano, Ankara; Vakko Fabrikası'nda mozaik pano, Topkapı/İstanbul. Duvar Kabartması: Manifaturacılar Çarşısı'nda duvar kabartması,Unkapanı/İstanbul; Aksu İşhan'ında duvar kabartması, Karaköy/İstanbul. ESERLERİ: Şiir: Yaradana Mektuplar, 1941; Karadut, 1948; Tuz, 1952; Üçü Birden, 1953; Dördü Birden, 1956; Karadut 69, 1969; Dol Karabakır Dol, 1974, tüm şiirleri; Yaşadım, 1977. Gezi ve Deneme: Cânım Anadolu, 1953; Tezek, 1975; Delifişek, 1975; Resme Başlarken, 1977. Monografi: Nazmi Ziya, 1937. Resim Albümü: Binbir Bedros, 1977, Karadut, 1979; Babatomiler, 1979.