19 Şubat 2009 Perşembe

Hüseyin Rahmi Gürpinar

Hüseyin Rahmi Gürpinar
19 Ağustos 1281/1864 tarihinde İstanbul'da doğdu. Hünkar yaveri Mehmet Sait Paşa'nın oğlu olan Hüseyin Rahmi, üç yaşında iken annesinin ölümü üzerine Girit'te bulunan babasının yanına gönderildi. İlkokula başladı ancak babasının evlenmesi üzerine altı yaşında tekrar İstanbul'a anneannesinin yanına gönderildi ve eğitimine burada devam etti. Yakubağa mektebi, Mahmudiye Rüşdiyesi ve idadide okuyan Hüseyin Rahmi, tarihçi Abdurrahman Şeref Bey'in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye'ye girdi (1878). Okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçiren Hüseyin Rahmi buradaki öğrenimini yarıda bıraktı (1880). Kısa bir süre, Adliye Nezareti Ceza Kalemi'nde memur, Ticaret Mahkemesi'nde Azâ Mülazımı olarak çalışan Hüseyin Rahmi hayatını kalemiyle kazanmaya çalıştı. 1887'de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başlayan Hüseyin Rahmi, ardından İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalıştı. İkinci Meşrutiyet döneminde 37 sayı süren "Boşboğaz ve Güllâbi" adlı bir gazete çıkardı. İbrahim Hilmi Bey ile birlikte çıkardığı "Millet" gazetesi de uzun ömürlü olmadı. Bundan sonra çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine neşretti. 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuzbir yılını geçirdiği Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde öldü ve oradaki Abbas Paşa mezarlığına defnedildi.

Öykü Kitapları

Kadınlar Vaizi (1920), Meyhanede Hanımlar (1924), Namusla Açlık Meselesi (1933), Kâtil Bûse (1933), İki Hödüğün Seyahati (1933), Tünelden İlk Çıkış (1934), Gönül Ticareti (1939), Melek Sanmıştım Şeytanı (1943), Eti Senin Kemiği Benim (1963)

Bir Öykü - MiSAFiR (*)

Onlar geleli tam on dokuz gün ve o kadar gece olmuştu. Karı koca, iki de çocuk... Dört can... Şimdi her gün iki okka ekmek fazla alınıyor ve her masraf ona göre artıyordu. Zaten ev dardı. Bu karı kocaya ayrı bir oda verebilmek için aile daha sıkışmaya mecbur oldu.
Ne havsalası geniş, ne saygısız, ne vurdumduymaz misafirdi bunlar... Ne surattan anlıyorlardı, ne rumuzdan, ne kinayeden... En açık istiskallere karşı "sinik" bir tebessümle mukabeleden hiç sıkılmıyorlardı.
Misafir Halil Efendi akşamcıydı. Hane sahibi İzzet Efendi ise işretin damlasından kaçan, kokusundan boğulan, sofu, musalli bir zat...
Halil Efendi her akşam bir cebinde dolu küçük şişe, ötekinde kağıda sarılı birkaç zeytin tanesi nevalesiyle gelir, yatsılara kadar ağır ağır ziftlenir. İzzet Efendi'yi yemeğe bekletir. İçtikçe zevklenir. Dinletir, dinletir. Zavallı adamcağızı bitahammül bırakır, sıkıntıdan öldürürdü.
Beş altı akşam bu işkenceye tahammülden sonra nihayet hane sahibi bir gece dayanamadı. Açık bir suratla:
-Efendim, bu olur mu? Her akşam cebinizde rakı ile geliyorsunuz... dedi.
Yüzsüz misafir bu muhik itirazı hemen diğer suretle tefsire atılarak:
-Efendim misafirperverliğinizin cidden mahcubiyim. Çoluk çocuk ailece efendimize kaç gündür bâr olup duruyoruz. Rakımı beraber getirmeyeyim de onu da mı size aldırtayım efendim? Lütufkârlığın bu derecesiyle her türlü uluvvü semahatin fevkıne çıkıyorsunuz. Yok artık bu kadarcığına müsaade buyurunuz. İçki masrafımı olsun kendim edeyim...
Deyince, misafirin bu pek nikbinane tefsir ve telakkisine karşı hayrete düşen ev sahibi maksadı böyle demek olmadığını izah için birkaç söz kekelemeye uğraşmış ise de birbirine taban tabana zıt bu anlatışla anlayış arasında hakikat zayi olup gitmişti.
Halil Efendi Anadolu Kavağı'nda ufak bir memurdu. Ailece düştükleri müzayakaya bir çare bulmak için Irgat pazarında mutasarrıf oldukları bir dükkanı vefaen ferağ ederek biraz para almak üzere Istanbul'a gelmişlerdi. Gazetelere: "Nakdiniz varsa işletelim. Yoksa teminat üzerine pek ehven şeraitle istediğiniz kadar hemen para verelim." tarzında ibareler ve türlü namlarla ilânlar vererek müşteri celbeden idarehanelere Halil Efendi hep birer birer baş vurdu. Bu işleticilerden çoğunun müstakrizlerin canlarına işlettiklerini anladı. En muvafık şartla işi bitirinceye kadar İzzet Efendi ailesi nezdindeki misaferetleri zarurî uzayacaktı.

***
Bir gün hane sahipleri bir odaya toplândılar. Kapıyı sıkıca örttükten sonra bu müziç misafirlerden kurtulmak çarelerini aralarında müzakereye giriştiler. Büyük Hanım diyordu ki:
-Kilere gidip zahireye bakmaya korkuyorum... Bin türlü sıkıntılar, fedakârlıklar, üzüntülerle kış için biriktirdiğim, sakladığım öteberiden habbe kalmayacak... Böyle günde tencere doluları yemek pişiyor, yine doymuyorlar. Yarabbi şükür dediklerini işitmedim. Aman o çocuklar maşallah büyüklerden ziyade yiyorlar.
Zarafet:
-Nesine maşallah hanımcığım, boğazlarına kurt düşsün... Sakın kilere bakma yüreğine iner. Ne sağyağı kaldı ne zeytinyağı... Ne pirinç, ne şeker... ne fasulye... Kiler tamtakır oldu. Sokağın köpekleri doyar, damların kedileri doyar, bu iki obur yumurcak doymaz. Tencereler daha ateşte iken karşıma dizilip de: "Dadı yemek pişti mi? Acıktık. İçimiz bayılıyor. Körükle körükle de çabuk pişsin..." deyişlerini bir işitseniz kendinizi zapt edemezsiniz. Bazen öfke benim de tepeme çıkar, bağırırım. Haydi bakayım oradan. Ben mutfağa gelen çocukları sevmem. Çekiniz arabanızı. Şimdi sizi bir güzelce körüklerim ha!.. Bir gün arkalarından ucu ateşli odunla koştum da anaları bana surat etti. A çekilir mi bu? Kaç defa daha soğumadan imambayıldının içine kirli parmağını sokarken gördüm. Ağzına götürüyor emiyor. Tekrar, yine sokuyor. Afacanlar fıstık gibi tos tombay oldular. Anaları karı semirdi. Beti benzi yerine geldi. Odalarına çekildikten sonra sarhoş herif gecenin bir yarısında pencerenin önünde türkü söylüyor... Bitişikte ağır hasta var... Ne saygısız maymun... Bütün sahanlara, tabaklara rakı kokusu siniyor... Ben işreti sevmem övvv... Ya onlar... Ya ben, bunun bir çaresine bakınız...
Evin kızı Cezalet hanım dışarıya kulak kabartarak:
-Dadı yavaş söyle... Merdiven başında bir parıltı var... karı geldi galiba bizi dinliyor...
Zarafet köpürerek:
-Umurumda değil, dinlesin... Korkum yok. Ben ona taşlıkta kaç defa başa kaka söyledim de anlamamazlıktan geldi... Ben de olsam öyle yaparım. Hazır ev... hazır yemek, hazır yatak... işret türkü... Kekâ... Her zevkleri yerinde... Bu rahatı bırakıp da giderler mi hiç?
Cezalet Hanım:
-Dadı sus azıcık da ben anlatayım...
-Anlat yavrum... anlat gulum, anlat elmascığım... Yedi mahalle bir araya toplânıp da kırk gün kırk gece anlatsak bu dert yine bitmez... Sen anlattığın kadar anlat, ben de yine anlatırım.
Cezalet Hanım:
-Misafir hanım geldiğinin ikinci günü sokağa çıkacağını söyledi. Benden bir çarşafla bir ayakkabı istedi. Kendi potinleri ayaklarını sıkıyormuş... Fakat kendi çarşafını niçin giymek istemiyor bilmem...
Zarafet:
-Aaa... sebebini anlamadın mı? Alacaklılar sokakta onu çarşafından tanıyorlar da onun için başka çarşaf giyiyor, yüzünü de sımsıkı örtüyor... Irz ehliliğinden değil çok bilmişliğinden... Kaltak!..
-Dadıcığım bir parçacık sus...
-Sustum... sustum... ha sen söylemişsin yavrum... Ha ben söylemişim... İkimiz canciğer... Birbirinden farkımız var mı?..
Cezalet Hanım:
-Artık her sokağa çıkışında âdet edindi. Çarşaf bizden... Ayakkabı bizden... Ah anneciğim yeni iskarpinlerimin ne hale geldiklerini görsen gözlerin dolar... İçi oyulmuş kavun dilimine döndüler...
Zarafet:
-Senden ayakkabı çarşaf istemiş... Ya benden ne istedi bilsen?.. İç donu... Söyletme beni, kendininkini kirletmiş... Ta Kavaklar'dan buraya bir donla gelinir mi?.. Benim de yok ayo... Küçük beyin yastık örtülerinin eski fistolarını söktüm de iki tane yaptımdı... Birini aldı. Kullandı, kullandı. Getirdi kiriyle pasiyle başıma attı... Söylemesi ayıp âdet kirlerini çitiledim, çitiledim de bir türlü çıkaramadım... Kokmuş karı...
Büyük Hanım başı ağrıyormuş gibi şakaklarını avuçlarının arasında sıkarak:
-Bu belâdan ne vakit kurtulacağız. Başımızdan ne zaman defolup gidecekler?..
Zarafet:
-Onlar buraya ödünç para bulmaya geldiler. Buluncaya kadar oturacaklar... Şimdi para nerede?
Dışardan küt küt kapı vurulur. Odadakiler şaşalayarak birbirine bakarlar...
Büyük Hanım:
-Kim o?
Zarafet:
-Kim olacak misafir hanım...
Büyük Hanım:
-Duyduysa pek ayıp oldu.
Dışardan:
-Lütfen kapıyı açınız efendim...
Zarafet kapıyı açar. Misafir hanım çarşaflanmış, koltuğunda iri bir bohça, iki çocuğunun ortasında, ağlamadan gözleri kızarmış mahzun bir çehreyle gözükerek:
-Allahaısmarladık hanımlar. Affedersiniz, böyle günde çok rahatsız ettik efendim. Haftalarca sayenizde yedik, içtik. Misafirperverliğinizin şükrünü âdadan aciziz hanımlarım. Helâl ediniz efendim.
Misafirin ağlamış mahzun yüzü, af dileyici mahcubane sözleri ev sahiplerine çok dokunur... Yufka yürekli Büyük Hanım:
-A hanımcığım neye rahatsız olalım. Başımızın üstünde yeriniz var. Böyle birkaç hafta değil kırk yıl otursanız vallahi yüksünmeyiz... Böyle birdenbire ne oldunuz efendim...
Cezalet Hanım:
-Bir kusur mu ettik? Gücendirdik mi kardeş? Böyle birdenbire niye kalktınız?.. Vallahi salıvermeyiz. Hadi soyununuz... Bırakmayız nafile...
Zarafet büyük bir vâveylâ ile çırpınarak:
-Olur mu hiç? Bırakır mıyız sizi biz, yağma yok kuzum yağma yok... Gelmesi sizden gitmesi bizden... (mendilini çıkarıp ağlayarak) A... canciğer gibi alıştım. Evin içi tıssss... Sessiz kalacak... Mümkün değil salıvermeyiz... (Çocukların yanaklarını okşayarak) Aha benim tontonlarım... Haydi geliniz mutfağa... Bakınız dadınız size neler pişirecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder