7 Şubat 2009 Cumartesi

DEPREMDEN ÇIKARILAN SONUÇLAR VE YAPILMASI GEREKENLER

İKİNCİ BÖLÜM
DEPREMDEN ÇIKARILAN SONUÇLAR VE YAPILMASI GEREKENLER
A- Depremden Çıkarılması Gereken Sonuçlar
Gerek Gölcük ve gerekse Düzce depremi bir çok önemli sonucu gözlerimizin önüne sermiştir. Bu sonuçların önemli bir kısmı maalesef olumsuzdur; bir kısmı da olumlu nitelik taşımaktadır. Yaşanan acıların tekrarını önlemek için aşağıdaki hususlara dikkat edilmesi gerekir.
1- İşi Ehline Vermek
Depremin bütün çıplaklığı ile ortaya çıkardığı bir başka yanlışımız da işlerin ehline verilmemesidir. Halbuki Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de açık bir şekilde; "Allah size emanetleri ehline vermenizi emrediyor."32 buyurmaktadır. Bu ilâhî emir, bütün alanlarda İslâm'ın olmazsa olmaz şartıdır. Deprem bölgesinde gördük ki, bir çok bina teknik yönden kusurlu olduğu için yıkılmış ve binlerce insanımıza mezar olmuştur. Bu binaların yapılması ehil ve uzman kimselere verilmiş, bilim ve tekniğin icabı yerine getirilmiş olsaydı, yani bir bakıma sünnetullaha riayet edilseydi, kuşkusuz fatura bu kadar acı olmayacaktı. Yapılan araştırmalar sonucunda malzeme eksikliği, proje hatası vs. bir çok teknik kusur ortaya çıkmıştır. Kusurlu olanlar ölen insanların hesabını Allah'a muhakkak verecektir.
Emanetlerin ehline verilmesi ilkesine riayet edilmesi halinde toplumda hiçbir problemin olmayacağını söylemek mümkün değildir. Ancak emanetlerin ehline verildiği ve ehil insanların rağbet gördüğü bir toplumda problemlerin asgariye ineceği, bir kaos yaşanmıyacağı açıktır. Emin insan olmak, kendisine herhangi bir şey emanet edilecek kimse olmak, yaptığı işin hakkını vermek, İslâm ahlâkının özelliklerinden olduğu gibi, imanı kemale ulaştıran unsurlardan birisidir. Hz. Peygamber bir hadisinde: "Güvenilir olmayan kimsenin imanı yoktur."33 buyurmuştur. Bir başka hadisinde de: "Gerçek müslüman, başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir."34 demiştir. Netice itibariyle şu söylenmelidir: İnsanımız hem emaneti ehline verme ilkesine uymalı, hem de kendisi emanet ehli olmalıdır.
2- Felâketlere Karşı Hazırlıklı Olmak
Ülkemiz jeolojik açıdan deprem, sel, çığ ve orman yangını gibi felâketin sıkça yaşandığı bir konumdadır. Her bölgenin durumuna göre; ilim ve fennin teknik imkân ve uyarıları dahilinde, yapılanmaya gitmek gerekir. Bunları görmezlikten gelmek, bu husustaki uyarıları göz önünde bulundurmamak, denetim ve kontrol görevi olanların işlerinde ciddi davranmamaları suçtur, kul hakkına tecavüzdür, zulümdür, felâket ve musibete bile bile davetiye çıkarmaktır.
Yerleşim bölgesi seçilirken alt yapıyla ilgili her türlü çalışmanın yapılması, toprağın alt katmanlarının araştırılarak hangi tür yapının uygun olacağının tesbit edilmesi, ilgili bütün birimlerin bu hususlara araştırmalarıyla katkıda bulunmaları aynı zamanda dinî bir görevdir.
Bu türden felâketlerin sonrası için her türlü tedbirin önceden alınması, yetişmiş insan gücü için her türlü eğitimin yapılması ve toplumun eğitilmesi şarttır.
Depremi, maddi hayatımıza yönelik tehlikeye karşı olduğu gibi manevi ve ölüm ötesi hayatımıza zarar verecek durumlara karşı da bir uyarıcı gibi değerlendirmek gerekir. Ne kadar rahat ve uzun yaşarsak yaşayalım, ölüm denen gerçekle her an karşılaşabileceğimizi, pek çok insanımızı kaybederken gördük. Hayatın tüm kısalığına rağmen, onu, Rabbimizin bizden istediği yönde ne derece değerlendirip değerlendiremediğimiz konusunda bir öz eleştiride bulunmak hepimize düşen bir görevdir.
3- İrade ve Yetkiyi Doğru Kullanmak
Yüce Allah tarafından bahşedilen cüz'î iradelerimizi (seçme hakkımızı) kullanarak kendimiz, tabiî ve sosyal çevremiz için faydalı olacak tercihlerde bulunmak sorumluluğunu taşımaktayız. Depremlerde maddi ve manevi kayıplarımızın çok olması, söz konusu tercihlerimizi büyük ölçüde doğru yapamadığımızı ortaya koymuştur. Allah, kâinattaki her şeyi insanın emrine vermiştir. Hiç kuşkusuz üzerinde yaşadığımız topraklar da, insanoğlunun emrine verilmiştir. Cenab-ı Hak'kın bizden istediği, emrimize verdiği vasıtaları en iyi şekilde tanımak ve onlardan en verimli şekilde istifade etmektir. Sünnetullah bunu gerektirir. Hal böyle iken bizler deprem riski bulunan yerlerden akıl, ilim ve tekniğin bütün imkânlarını kullanarak gerekli tedbirleri almadan istifade etmeye kalkarsak, tercihimizi yanlış yapmış oluruz. Bu durumda bir takım olumsuz sonuçlarla karşılaşmamız kaçınılmaz olur. Yanlış tercihler bir yönden sünnetullaha karşı gelme anlamına da gelir. Nitekim bir ayette: "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu ki, Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler."35 buyurulmaktadır. Başka bir ayette: "Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizin yaptığı yüzündendir. Allah ise günahların bir çoğunu bağışlıyor."36 denilmektedir. Burada tercihlerimizdeki isabetsizlik yüzünden başımıza bir çok felâketin geldiği anlatılmak istenmektedir. Yaşadığımız son iki deprem felâketinde beşerî hatalarımızın payı büyüktür. Bu itibarla yapılacak ilk iş, üzerinde yaşadığımız toprakların özelliklerini dikkate alarak, ilim ve tekniğin imkân ve uyarıları doğrultusunda, yeniden yapılanmaya gitmek olmalıdır. Bunun hilâfına hareket etmek günah ve zulümdür. Felâket ve musibete davetiye çıkarmaktır. İstiklâl şairimiz merhum Mehmet Akif Ersoy, ibret alınsaydı tarihin tekerrür etmeyeceğini terennüm etmektedir. 1894 yılında vuku bulan İstanbul depreminden sonra devrin hükümdarı Abdulhamit, bir ferman yayınlayarak, bundan böyle bölgede yapılan evlerin çok katlı olmaması ve bina malzemesi olarak da ahşap kullanılmasını istemiştir. Benzeri uyarılar daha sonraki depremlerde de yapılmıştır. Ne yazık ki bu uyarıların hiçbiri gerektiği ölçüde nazar-ı dikkate alınmamıştır. Bu yüzden tarih sürekli tekerrür etmiştir. Artık kendimize gelmemiz gerekmektedir.
B- Depremden Sonra Yapılması Gerekenler
1- İbret Almak
Kur'an akıl sahibi insana, kâinatta olup bitenlere ve çevresindeki eşya ve olaylara bakarak bunlardan ibret almasını, dersler çıkarmasını emretmektedir. Kâinatın işleyişi ve düzeni kadar, geçmiş ümmetlerin, işledikleri hatalar yüzünden uğradıkları acı akıbetler de birer ibret vesilesidirler. Kur'an özellikle geçmiş ümmetlere ait ibretlik olayları, ders alınması için zikrettiğini ifade etmektedir. Kur'an'da insanların düşünüp ibret ve tedbir almaları için geçmiş milletlerle ilgili bir çok misal verilmiştir. Bu tür genel ifadelerin yanında Kur'an'da geçmiş bazı toplumların yaşadığı özel olaylar da gündeme getirilmekte, bunlardan ders çıkarılması konusunda dikkatler çekilmektedir. Nitekim, Ad kavminin başından geçenler anlatıldıktan sonra "şüphesiz bunda öğüt ve ibret vardır."37 buyurulmaktadır.
Allah, bunları sırf tarihi olayların birer aktarımı olarak vermiyor. İnsanları, kulluk etsinler, vahyine uysunlar, dünyayı maddi ve manevi olarak imar etsinler, adaletle hükmetsinler, güzel işler yapsınlar diye yaratan Yüce Allah, bu fıtrat kanununu bozanları zaman zaman bu tür cezalarla te'dib etmiştir. İşte bu tarihî hakikatler, Kur'an vasıtasıyla bizlere aktarılıyor ki aynı hatalar tekrar edilmesin. Âlemlerin tek Rabbi ve hakimi Cenab-ı Allah olduğuna göre; insanların hata, isyan, günah, zulüm, kul hakkını yeme ve benzeri yanlış tasarrufları karşısında, sünnetullah devreye girerek onlar uyarılmakta ve onların tevbe etmeleri istenmektedir. Sünnetullah tarih boyu hep böyle tecelli etmiştir. Önemli bir nokta da şudur: Eski milletlere toptan (umumi) azaplar (isti'sal) indirilmiştir. Ancak Hz. Peygamber'in gelmesinden sonra toptan imha olmayacak, belki kısmî uyarılar görülebilecektir.
İşte bu bağlamda depremlerin de ibret alınacak olaylardan biri olarak değerlendirilmesi, yaşananlardan ders çıkarılması gerektiği açıktır.
2- Sabırlı Olmak
Müslüman başına gelen her olayda bir hikmetin bulunduğunu, ilk bakışta aleyhine görünen hususlarda bile Allah'ın kendisi için hayır murat ettiğini düşünmelidir. Bu konuda: "Olur ki, bir şey sizin için hayırlı iken siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir şey sizin için kötü iken siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilemezsiniz."38 buyurmaktadır.
Müminler başlarına gelecek açlık, kıtlık, mal-mülk ziyanı, tabiî afetler, salgın hastalıklar gibi sıkıntılar karşısında imtihan geçirebilirler. Müslümanlar sabır ve metanetleri, Allah'a olan güvenleri ile bu ağır sınavı kazanmak durumundadırlar. Bu hususta Allah şöyle buyuruyor: "Mallarınız ve canlarınız hakkında imtihan olacaksınız. Sizden evvel kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a ortak koşanlardan da çok incitici sözler duyacaksınız. Eğer sabreder sakınırsanız, işte bunlar yapmağa değer işlerdir."39
Sabretmeyen insan huzursuz olur. Maruz kaldığı felâketin acısının üzerine, bir de isyanı sebebiyle günaha girer ve sabır sevabından mahrum olur. Bunun karşılığında maddi olarak hiçbir şey de elde edemez. Çünkü ölenler ölmüş, kaybolanlar kaybolmuştur. Bunları geri getirmek mümkün değildir. Ancak insan sabrederse, gerekli tedbirleri alır Allah'a dua ederse, Allah'ın gösterdiği bir yola tâbi olursa sevap kazanır ve Allah'ın yardımına mazhar olur.
Musibetlere sabır oldukça zordur. Bu sebeple sevabı da çoktur. Allah sabredenlerin müjdelenmesini Hz. Peygamberden istemektedir. Şu ayet felâketler karşısında müslümanın nasıl davranması gerektiğine işaret edilmektedir: "(Ey Muhammed!) Sabredenleri müjdele. Onlara bir musibet isabet ettiği zaman; "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz" derler. "Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz"40 gerçeğini, müslüman daima akılda bulundurmalıdır. Kur'an, musibetler karşısında teslimiyet gösterip Rablerine sığınanlara, mükâfatların en güzeli olan Rablerinden bağışlanma ve sabredenlere mükâfatlarının hesapsız verileceğini bildirmektedir.41
Musibetlere sabır, müminlerin Allah katında derecelerinin yükselmesine vesile olur. Hz. Aişe Peygamber efendimizden naklen şunları söylemiştir: "Müminlere bir diken ve ondan daha küçük bir şey isabet etmez ki bu yüzden Allah onların mertebesini bir derece yükseltmiş ve bir günahını silmemiş olsun."42 Bir müslümana bir diken hatta daha küçük bir şey batsa, Allah onu bu yüzden bir derece yükseltir ve onun bir günahını affeder.
Yine müslümanların başına gelen her türlü sıkıntı ve musibetlerin, hatalarının keffareti olacağı Hz. Peygamberin şu sözüyle ifade edilmiştir: "Mümine isabet eden her hastalık, yorgunluk, üzüntü ve keder mutlaka günahlarına kefaret olur."43
Bu konuyu Sevgili Peygamberimizin bir başka hadisi ile noktalayalım:
"Ne acaiptir müminin işi! Gerçekten onun her işi hayırdır. Bu hal, müminden başka hiçbir kimse için böyle değildir. Eğer ona sevinç verici bir şey isabet ederse şükreder. Bu da kendisi için bir hayır olur. Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir şey isabet ederse sabreder, bu da kendisi için hayır olur".44
3- Dua
Deprem gibi felâket anlarında yapılması gereken en önemli işlerden birisi de Cenab-ı Hak'ka dua etmektir. Dua, Hz. Peygamberin ifadesiyle "ibadetlerin özü"dür. Dua, sınırlı varlık olan insanın mutlak güç sahibi Allah'tan yardım istemesidir. Dua, isteme anlamlarının ötesinde, kulluk espirisi içinde, Allah'ın rablık ve ilâhlık hakikatine en köklü bir sığınma hadisesidir. Deki, "Duanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin!"45 ayeti buna işaret eder.
"Kulun, Rabbinin ilgi ve yardımını istemesi, O'na daima muhtaç olduğunu dile getirmesi, O lütfetmedikçe kudret ve kuvvetten mahrum olduğunun bir itirafıdır."46
Dua, insanın varlık karakterinin tabiî bir parçasıdır. Onun için, kaçınılmaz ve ifası zorunlu bazı davranışlar gibi, dua da, kendi tabiatının temel yapısından kaynaklanan bir eylem, bir yöneliştir. Ruhî olgunluğun doruğunda bulunan peygamberler ve velilerle, çırpınan "beşer" arasında, bu bakımdan bir fark yoktur. Peygamberimizin dilinden duayı düşürmemesi bu nedenledir.
Dua, aynı zamanda dua eden bireyin yaşadığı toplumsal hadiseleri, sorunları ve çıkmazları da kapsaması bakımından, toplumsal bir muhteva taşımaktadır.
Burada dua ile ilgili birkaç ayet-i kerimeyi zikretmek yerinde olacaktır:
"Kullarım benim hakkımda sana soracak olurlarsa, (de ki) ben onlara yakınım, bana dua ettiğinde dua edenin çağrısına karşılık veririm".47
"Rabbinize, yalvararak ve gizli bir şekilde, dua ediniz. Muhakkak ki Allah aşırı gidenleri sevmez".48
"Rabbiniz şöyle dedi: "Bana dua edin, size icabet edeyim".49
Başka ayet-i kerimelerden de öğrendiğimize göre; Hz. Zekeriyya,50 Hz. Nuh,51 Hz. İbrahim,52 Hz. Muhammed Rablerine çokça dua etmişlerdir.
Dualarımızda kendisine yüzümüzü döndüğümüz Allah, dua edenlerin hep yakınında ise de; kulların kendilerini Cenab-ı Hak'ka daha yakın bulacakları bazı özel zamanlar zikredilmektedir.
Bu meyanda Hz. Peygamberin şu hadis-i şerifleri dikkat çekmektedir:
"Rabbimiz gecenin son üçte birlik diliminde, her gece, dünya semasına nüzul eder ve der ki: Yok mu bana dua eden, duasını kabul edeyim; yok mu benden isteyen, istediğini vereyim; yok mu bağışlanmasını talep eden, mağfiret edeyim".53
"Kul Rabbine en fazla secdede iken yaklaşır. Bu nedenle secdede duayı çok yapınız." 54 Başka hadis-i şeriflerde de, Cuma namazında, ezan ile kamet arasında geçen zaman süresince yapılan yakarışların geri çevrilmeyeceği beyan edilmektedir.55
Duaların kabulü konusunda sabırlı olmak gerekir. Hz.peygamber, bu konuda şunları söylemiştir: "sizden biriniz dua ettiği zaman, duasında azimli ve istekli olsun."56 "Hiçbir müslüman yoktur ki, içinde günah ve akrabayla münasebeti kesme isteği olmayan bir şeyi Allah'tan istesin de, Allah ona bunu şu üç şekilden birisiyle vermesin: Ya hemen o kulun isteği yerine getirilir; yahut Allah kulun isteğini ahirete saklar; ya da dilediğinin dengi bir kötülüğü ondan savuşturur." Orada bulunanlar dediler: "O halde çok dua edelim!" Hz. Peygamber buyurdu ki, "Allah da kabul eder".57
Sonuç olarak bütün müslümanlar, özellikle felâkete maruz kalmış insanların, secde anında, Cuma vakitlerinde, gecenin ilerlemiş saatlerinde veya herhangi bir zaman diliminde samimi olarak Allah'a yönelmeli ve toprağa sükûnet vermesini O'ndan istemelidir. İnanıyoruz ki Hakim-i Mutlak Rabbimiz bu şekilde yapılacak dualara icabet edecektir.
Bu noktada şu soru zihnimizi kurcalayabilir: Acaba dua depremi engeller mi? Bu soruya şu şekilde cevap verilebilir: Dua ilâhî takdirin bir parçasıdır. Depremin oluşması olayında, gaz sıkışması, çöküntü ve buna benzer diğer hususlar, nasıl birer sebepse, dua da, depremin olması veya olmamasında, aynı şekilde kabul edilmesi gereken bir sebeptir. Sebepler ise, sebeplerin yaratıcısı olan Allah'ın tayin ettiği sünnetlerdir. Sebeplere, harekete geçmesi emrini veren O'dur. Belirlenen kural, kural koyucusu olan Allah'ı mutlak manada bağlayan bir değer değildir. Allah isterse bu kanunun aksine de icraatta bulunabilir. Hz. İsa'nın babasız dünyaya gelmesi örneğinde olduğu gibi. Demek oluyor ki, Allah müminlerin duasıyla sebepleri tamamen ortadan kaldırıp depremin menfi sonuçlarını müminlerin hayırına tebdil edebilir. Yeter ki insan Allah'ın razı olacağı davranışı sergileyebilsin. Şu hadis-i şerif bu mantığı güzel bir şekilde ortaya koymaktadır. "Allah'ın takdir ettiğinden sakınmak fayda vermez. Ancak dua inmiş ve inecek olan belalara karşı fayda verir. Ey Allah'ın kulları öyleyse Allah'a dua ediniz." Burada bir kez daha vurgulayalım ki dua insanı asla tedbirsizliğe sevk etmemelidir.
4- Tevbe ve İstiğfar
Hz. Peygamber deprem olduğu zaman sahabileri tevbe ve istiğfara davet etmiştir. Rivayet edildiğine göre, Resulüllah zamanında Medine'de deprem vuku bulmuş, bunun üzerine O şöyle buyurmuştur: "Rabbiniz sizden tevbe ve istiğfar istiyor. Siz de O'na dua, tevbe ve istiğfarda bulununuz".58
Tevbe, ruhumuzu arındırmanın bir yoludur. Kur'an, ameli her ne olursa olsun, istisna koymaksızın, hepimizi tevbeye davet etmektedir.59 Bu davet hiç günahı olmayanları da kapsamaktadır. Hz. Peygamber; "Ben her gün yetmiş defadan çok istiğfar ederim." buyurmuştur. Cennete giden ve musibetlerden emin olmanın en güvenilir yolu tevbedir. Bu hususa peygamberimiz: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Bunların yedisi kapalıdır. Yalnız bir kapı açıktır ki o da, kıyamet kopuncaya kadar tevbe etme kapısıdır."60 sözleriyle işaret etmektedir.
Şu halde bizlerin özellikle felâket anlarında tevbe ve istiğfar ile Allah'a sığınmamız en doğru yol olacaktır. Yaşanan felâkette kusurlu olan insanlar da ancak tevbe yoluyla rahatlayabilecektir. Hz. Peygamberin: "Tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir." hadis-i şerifi unutulmamalıdır.
Tevbe, başlı başına bir ibadettir. Tevbe günahı terk etmenin en güzel yoludur. Çünkü tevbe, özür beyan etmenin en müessir şeklidir. Özür dilemek üç şekilde olur. 1. Özür dileyen suçu işlemediğini söyler, 2. Suçu filan sebep yüzünden işlediğini beyan eder, 3. Suçluyum, kötülük yaptım, fakat vazgeçemiyorum der. İşte bu son şekil tevbedir.
Kur'an-ı Kerim de; "Allah hem tevbe edenleri sever hem de çok temizlenenleri sever."61 buyurmaktadır.
5 - Dayanışma ve Yardımlaşma
İnsan sevincini ve kederini paylaşmak ister. Paylaşılmayan sevinç ve mutlulukların insan için fazla anlamı yoktur. Şurası bir gerçektir ki sevinçler ve mutluluklar paylaşınca artar. Keder ve üzüntü ise paylaştıkça azalır. Kur'an'da sıkça kullanılan infak kelimesi, kişinin sahip olduğu mal ve imkânları paylaşması anlamına gelir. Bu itibarla deprem felâketine maruz kalmış kardeşlerimize ilgi ve alâkamızı, maddi ve manevi yardımlarımızı, teveccüh ve tebessümlerimizi yansıtmak dinî vecibelerimizden biri olarak görülmelidir.
Felâket anlarında gönülden koparak yardımda bulunmanın musibet ve belâları azaltacağında şüphe yoktur. Bu konuda Peygamber Efendimizin: "Sadaka, Allah'ın gazabını teskin eder ve kötülüğü giderir."62 şeklinde hadis-i şerifi dikkat çekicidir.
Felâket günlerinde müslümanlar felâkete uğrayan kimselere malî yardımlarda bulunmalıdır. Bu hem insanî hem de dinî bir vecibe olarak görülmelidir. Bugünkü mal varlığına güvenip de hiç kimse benim yardıma ihtiyacım yoktur, ileride de olamaz dememelidir. Dilimizdeki "düşmez kalkmaz bir Allah'tır" sözü çok doğru söylenmiştir. Son depremlerde nice zengin ve varlıklı insanımız, 45 saniye içinde fakir düşmüştür. Hatta bir lokma ekmeğe, bir bardak suya ve bir battaniyeye muhtaç duruma düşmüştür. Bugün bir kimsenin maruz kaldığı musibete, yarın diğerinin maruz kalmayacağının hiçbir garantisi yoktur.
Felâkete maruz kalan insanlar, bir tarafta yokluk içinde hayatlarını sürdürürken, bir kısım insanların zevk-ü sefa sürmeleri insanlıkla ve vicdanî duygularla asla bağdaştırılamaz. Milletleri millet yapan fertlerinin tasada ve kıvançta birlik olabilme duygularıdır. Bu duygunun kaybolması bir millet için gerçek felâketin ta kendisidir.
Kur'an-ı Kerim, müminlerin kardeş olduklarını önemle vurgulamaktadır.63 Müslüman müslümanı terketmez, onu yalnız bırakmaz. Müslüman müslümanın dertlerine ortak olur.
Müminlerin belirgin özelliklerinden ve İslâm ahlâkının temel kurallarından birisi de hayırda yarışmaktır. Allah: "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiye ulaşamazsınız. Her ne infak ederseniz Allah onu bilir."64 buyurmaktadır.
Müslümanlar, kendilerini bir an için çeşitli zorluklar içinde yaşayan felâketzedelerin yerine koymalı ve onların acılarını yüreğinde hissetmelidir. Peygamberimiz: "Kendiniz için istediğinizi, din kardeşiniz için istemedikçe, gerçek manada iman etmiş olamazsınız."65 buyurmaktadır. Bu sözler merhamet ve sorumluluk duygularımızı kamçılamalıdır.
Büyük bir memnuniyetle müşahede etmekteyiz ki, devlet organları ve halkımız deprem bölgesinde yaşanan acıları kendi acısı olarak görmüş ve imkânlar ölçüsünde üzerine düşeni yapmaya çalışmıştır. Gayretler hala sürmektedir. Bu da bu konudaki İslamî espirinin, ülkemiz müslümanlarınca doğru bir şekilde kavrandığını ve hayata geçirilmeye çalışıldığını ortaya koymaktadır.
Cenab-ı Hak, ülkemizi ve milletimizi her türlü afetten, kaza ve musibetten muhafaza buyursun. Ülkemizin üzerine çöken kara bulutları rahmet bulutları haline dönüştürsün.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder