18 Şubat 2009 Çarşamba

İNSANIN ESİRLİĞİ

İNSANIN ESİRLİĞİ



HAZZIN ANLAMI

İrade, kendi hürriyetini kazanmadan önce hatta onu kazanmak üzere esir bulunmaktadır. Tam olarak kendini istemeden önce esirliği istemektedir. Bize göre esirlik, iradenin özel nesneye bağlanması anlamına gelmektedir. O böylece tatmin olacak ve bizzat bu tatminle yok olacaktır.

Hayat hareketi mümkün kılan maddedir. Haz hayatın bir tamiri olarak kabul edilmelidir. Bu anlamda meşrudur, hatta zaruridir. Fakat hazzı hareketin gayesi yapmak, harekete sonsuza doğru hür bir gelişim hızı vermek yerine onu daha başladığı noktada durdurmak demektir. Bu hareketin bizzat kendi kaynağında yok edilmesi olacaktır. Zevk, hayattan çıkar, hayata yaptığı bu katkıyla varlıkta bir zavallılık, bir güçsüzlük haline gelir; bu insanın zaafıdır. Her tatminin arkasında bir pişmanlık gelir. Haz, gerçek bir şekilde istenmiş değildir, o daha çok bir istek noksanlığına tekabül eder.



DAYANIŞMA

Dayanışma insanın kendi başına yaşayamayacağı için kaçamadığı bir kaderdir. İki şekilde olur. Birinci safhada insan yaşamak için başkaları ile dayanışmayı hareket gayesiyle kabul eder. Bu pasif boyun eğilen ve razı olunan bir dayanışmadır. İkindicisinde ise insan başkaları için yeni güçlerle yeni dayanaklar meydana getirmek suretiyle dayanışmayı yaratır. İnsan esir doğar kendi hareketini yaratmak suretiyle hürriyetini kazanır.

Dayanışmanın iki önemli sonucu vardır. O, bir taraftan ferdin hürriyetine tecavüz eder, diğer taraftan da asalak yaşamaya zemin hazırlar. Dayanışmacı hareket, ancak menfaat dışı iradelere bağlandığı takdirde verimlidir.



HAKİMİYET

Hakimiyet dayanışmanın devamı ve zorunlu tamamlayıcısıdır. Dayanışmacı hareketin mümkün olabilmesi için ferdi iradelerin birbirlerine yaklaşması belli bir tarzda birleşmesi fertlerin kendi özlemlerinde uyum sağlamaları gerekir. Fert hürriyetinin hiçbir hükümet şeklinde hatta demokraside bile korunması mümkün değildir.



SORUMLULUK İDEALİ

İnsandaki hareket etme sorumluluğu insan tabiatında ve dayanışmada mevcut olan esirlikten ve hakimiyetten doğar. İnsanın sorumluluğu her hareketten sonra biraz daha büyüyen kendi iradesine bir dönüştür. Sorumluluğun ideal vasfı ahlakçılar tarafından açık bir şekilde incelenmemiştir. Ahlaki doktrinler insanın şu veya bu şekilde hareket etmekte veya etmemekte hür olduğunu öne sürerler. Madem ki insan hareketinin getirebileceği kötü sonuçları önceden tahmin edebilmektedir öyleyse cezalandırılmaya müstahaktır. Ahlaki denilebilecek bir sorumluluk kendi gerçeğini bizzat bu gerçeği yaşayanın vicdanında bulmalıdır. Onun hakkında başkaları tarafından verebilecek bir hükmün sonucu olmamalıdır.



SORUMLULUK ŞUURUNUN TAHLİLİ

Sorumluluk İradesi

Hareketin sebebi, hareketin kendisindedir; fakat bu kendiliğinden oluş değildir, aksine bu bizde bir zorunluluktur. Ve bizden kaynaklanmak suretiyle hareketi zorunlu kılan da odur. Böylece bize göre sorumluluk kendiliğinden oluşa indirgemeyen sebeplilik bağı sayesinde ancak anlaşılabilir ev gerçek olur. Evrensel nizamı hedef almak suretiyle medeniyetlerin olduğu kadar vicdanların da koruyucusu haline gelen bir sorumluluk iradesi vardır.

Adalet Ve Merhamet

Adalet, eşitlik ve karşılıklı olma ilkesine dayanır. bu ilkede dayanışmadan doğar. Dayanışmayı meydana getiren sözleşmeye göre şartlar bütün fertler için aynıdır. Böyle olunca adalet, sadece sosyal nizamı güvenlik altına alma endişesi taşıyan ve üzerinde uzlaşma sağlanmış olan bu sözleşmeye uymayı ifade etmektedir.

Kanun adaleti sadece dağıtır.

Katı ve şekli bir adaletin ötesinde ve üstünde onu kuran, hatta aşan bir sorumluluk iradesinin hareketi vardır.

Merhamet, sorumluluğun hazırlayıcı, kısmi, devamlı olmayan ve az çok pasif olan şekildir. Devletin gerçek var oluş sebebi sadece adaleti yerine getirmek değildir. Devletin merhamet ve en geniş şekliyle sorumluluğu yaratması gerekir. Bunu uygulayan sistem mutlakıyet ve oligarşidir.



Taklit ve İnanç

Düşünce insan hareketinin bir devamıdır. O, hareketten, hem de ondan ayrılmaksızın doğmaktadır. Aslında insanın hareketi düşünülmüş olmadan önce ve ayrıca düşünülmüş olmaksızın zekidir.

Hareketin bir düşüncesi olduğu gibi, düşüncenin de bir hareketi vardır. Bu hareket bir nevi objenin, suje tarafından kendisine mal edilmesi ve onun tarafından özümlenmesiyle kesin bir şekle ulaşacaktır. bu inanç diyebileceğimiz hakiki gerçek bilgidir. İnanç taklit yoluyla yayılır.



İNANCIN HAZIRLAYICI ŞEKİLLERİ

Düşünce iki şekilde inanca hazırlar. birinci basamakta düşünce objede zihnin özümlemesini ifade eder. İkinci basamak, suje ile objenin birbirinden ayrılmasına tekabül eder.



Sezgili Düşünce

İzlenim ve duyum: İzlenim, eşyanın görüntüsünün beynimize yansımasıdır. Duyum: Duygulanma halinden düşünme faaliyetine geçiştir.

Sanat ve sezgi: Sanatkar bir bakıma, sıradan hassasiyete sahip insana yabancı duyumlarla oynar, hiçbir menfaat fikri, duyumların mutlak saflığı ile bağdaşmaz, hakiki sanat kesinlikle menfaat dışıdır.

Sezgi, tabiattaki eşyanın çokluğu içerisinde hakiki bir iman haline gelmek üzere inanca ulaşacaktır.

İnanç ve bilgi. İnsanların inançlarının olması için sezgilerinin, yani arıtılmış duyumlarının olması gerekir. O varlıkların benlikteki özümsemesi varlıklara benlik tarafından sahip olma, o, ‘birlikte bile ayrılıktır’ inanç, somut ve birleştiricidir.

Passal’a göre üç çeşit inanma yolu vardır. akıl, alışkanlık ve ilham.

Akıl ile ilgili, ‘insanı büyük yapan düşüncesidir.’ der. ‘Biz hakikati sadece akıl yoluyla değil, aynı zamanda kalp yoluyla da tanırız.’

İnanmanın ikinci yolu olan alışkanlık, onun nezdinde ibadettir.

inanmanın üçüncü yolu olan ilham, tabiat üstü lütuftur.

Kant, inancı bilginin üstüne ve ayrı bir alana, ahlaki hakikatler alanına yerleştirir Kant’ta pratik akıl bir bilgi olarak değil bir vazife olarak konulur.

Fichte’de ‘İnanç bilginin bütün alanlarına hakimdir. Fakat kaynağı itibariyle o ahlaki hakikatler aleminden doğmaktadır.’ tezini savunur.

Hamilton’da inanç, ‘aklın ilk şartı’ olmaktadır.’ İnanç temeli oluşturduğu bilgiden önce gelen bir kanaattır.



GERÇEK BİLGİ OLARAK İNANÇ

İnanç benliğin, eşyanın hayatına alelade bir katılması değil, o bizzat eşyaya sahip olmaktır, eşyanın hayatının benlikte, yani insanda olmasıdır.



İnancın Taklidi

Eğer inanç iletilebilir olmasaydı ve doğduğu fertte ebediyen kapalı kalsaydı ne insan toplumu olurdu ne de medeniyet.

Taklit, ruh dünyasına bir mucize gibi girer; toplumu ve medeniyeti o yaratır. Aynı zamanda insanın evrensel olmasını, iradesini ruhlarda ebediyete kadar devam ettirebilmesini sağlar. İnancın evrensel yaygınlığı ancak taklit yoluyla mümkündür.



Mistik İman

iman, Her şeyden önce insandaki bir inancın devamı ve uzantısı demektir. Bir inancın iman olabilmesi için, insan ruhunda süreklilik kazanması ve hayatına da hakim olması gerekir.

İman niçin mistik bir özellik arz eder?

İman bir kendi kendini tanımayı gerektirir.

İkincisi, onun aklın ulaşılmış sınırlarını aşması bundan da öte, bizzat aklı bir manevranın eşiğine kadar götürmesi, düşünen aklın ışığını gölgeleyen ve boğan çok büyük bir iç aydınlanma sağlamayı başarmasıdır.



Estetik İman

Burada Her şeyden önce gösterilmek istenen şey, sanatın üstün faaliyetinde bir iman olduğu ve sanatkarın çoğunlukla farkında olmadan mistik bir hayatı hedeflediğidir. Her sanat faaliyeti, dünyadaki şekillere, din dışı şeylere bir çeşit tapınmadır. Sanatkar bu din dışı şeylerden geçerek sözünü ettiğimiz mistik imana varır. İrade kendi başına eksik kusurlu ve gayri samimidir o önce kainatı ister, bir sıçrayışta onu aşarak kendini tamamlayacak olan tabiat üstünü ister. İrade, varlığın nesnesinde her yerde kendini tamamlayabilecek olan yegane şeyi arayacaktır. O zaman tam bir yanılgı sonucu sanki, o konu kendini mükemmel olmayan durumdan kurtarabilecek tek konu imiş gibi, herhangi bir konuya sarılacaktır. Bu kurtarıcı vehimden, insanın bütün iradi kuvvetiyle kendinden başkasına sığınması demek olan aşk doğar.

Mikel-Anj, ‘Karanlıkların çocuğu’ olarak kendisini tarif ediyor. yine ‘hiçbir düşüncem yoktur ki, üzerime olum kazınmış olmasın’ der ve devamında ‘her şey gölgenin kucağında huzur bulur. yalnız başına, geceleyin beni ızdırap ayakta tutar. toprağa uzanmış olarak kendimi yer bitiririm.’ Onda aşk var olan gerçekliğin her zaman gözüken yüzüdür, ölüm ise öteki yüzüdür.

Sanatkar ve Mistik Çilekeşe Benzerliği

Çile çekmek (riyazet) bir usuldür, bir mücadeledir. İnsan ikiliği içerisinde inançsız çile çekmek olmaz. burada bedeni hayat ile ruhi hayat ikiliği vardır. Çile çekme, ruhun, mistiğin bu yolda yürüyüşüne engel teşkil eden bütün bedeni ve iradi güçleri yıkarak ilahi varlıkla birleşmesinin yoludur.

Mikelanj ile çile ehlinin faaliyeti arasında derin bir benzerlik olduğunu söyleyebiliriz. ‘Genç yaşta pek çok hastalıktan muzdaripti. Fakat hiçbir doktorundan kendisini tedavi etmesini istemiyordu. bu çileye hazırlık, onda daha sonra bizzat kendinden nefrete kadar vardı. Ölmek istiyordu fakat, ölememektedir. onda daha fazla ızdırap çekmek için her gün yeniden doğan korkunç bir yaşama gücü vardır. Hareketten kopmak ona yasaktı. İradenin, aşk ve ölüm arasındaki bu gidiş gelişini işaret etmiş bulunmaktayız. Rodin ‘onun yaptığı bütün heykeller, öyle bir sıkıntının eseridir ki, sanki kendi kendilerini yok etmek isterler. bütün heykelleri içlerinde barınan ümitsizliğin çok kesif baskınına boyun eğecekmiş gibi gözükürler.

Vecd fenomeni. mistik vecde olduğu gibi sanatkarın vecdinde de her türlü arzuya karşı bir kayıtsızlık vardır. Beethoven gibi sanatkarda da gözlenmiş olan harfiyyen dış dünyaya ve kendi kendine kayıtsızlığa uymaktadır. Romaın Rolland bu durumu. ‘Birden sokak ortasında, bir gezintinin veya konuşmanın yarı yerinde ani bir fikir aklına geldiğinde ‘kendinden taşıyor’ kendi hamiyetinden çıkıyor, o fikre ait hale geliyor, o fikri tamamiyle ele geçirinceye kadar onu bırakmıyor. Hiçbir şey onu oyalayamaz oluyor. Beethoven’in kendisi bu bitmez tükenmez kovalamacayı sayıklama biçiminde şöyle tasavvur ediyor.

‘Peşinden gidiyorum, sıkıştırıyorum, kaçtığını ve kaynaşan kalabalıkta kaybolduğunu görüyorum. Yeni ihtirasla tekrar yakalıyorum, bir daha ondan ayrılmıyorum. Bir vecd spazmı içinde onu her makama uygun olarak çoğaltmam gerekiyor.’

Mistikliğin iki dünyası arasındaki fark şudur: Evvela, sanatkarın imanı görünüşü itibariyle, çokluğa, eksik olana, yetersiz olana bir iman, tabiri caizse bir sahteye imandır. Oysa çile ehlinin imanı bir olana iradelerinin yöneldiği yegane iradeye imandır.

İkinci olarak, din mistiği bir metot uygular ve gayesine ulaşmak için şuurunu ve iradi hareketini ortaya koyar. sanatkar kendi açısından kendi mistikliğine ancak kendisinin de bilemediği bir saikin itmesiyle varır.



BİLGİLERİMİZİN UZANTISI OLARAK DİNİ İMAN

Bir olana iman, inançlarımızın gerçek ve yaşanmış bilgilerimizin uzantısından doğar. Hakiki bilgilerimizin imanın birliğine yaklaşma temayülü tabii inançlarımızın tabiat üstü alemde tamamlanmasının uyarıcı sebebi, iradenin kendi kendine yetmeyip Allahsız insanın bizzat kendisine karşı samimiyetsiz olmasıdır. İrade var etmek için kendi içinde kendi vasıtasıyla kendine rağmen isteyen yegane iradeyi araştırmak ihtiyacı duyuyor.



İSLAM’DA MİSTİK EĞİLİM

İslam mistiği, Kur’andan doğmuştur. Kur’an ilahi hikmete ulaşmak için mümine az uyumasını, dua etmesini telkin etmekte tek kelime zühd hayatı yaşamasını emretmektedir.

Gandhi’de hür hareketini engelleyen nefsine yine hür hareketin yeryüzünde yayılmasını engelleyen füç ve kuvvetlere karşı savaşını yöneltmiş olan bir Hz. Muhammet’in idealine gerçekten yaklaşmaktadır.



İmandan İsyana

İradeyi imanın Mutlak Bir’de araştırılmasına iten şey, onun olaylar dünyasındaki kendi kendine yetersizliğidir.

İrade, Allah’ı istemeden önce ve henüz O’nu arzu etmeksizin herşeyi tabiatta aramayı denedi. Kendi haraketi kendi yetersizliğini sonsuz derecede arttırdı.

Anadolu bir yıllık tarihinden beri, ‘sadece sınıflarda değil hem de devlet merkezinde ve aynı zamanda da kendi kalplerinin derinliğinde kutsal cihad ilan ederek ‘cemaatin selameti için kendini feda eden kahramanlardan ve şehitlerden mahrum kalmadı. Kendi mistiklik geleneğine yeniden sarılacak olan Anadolu çocukları, hem kendi nefislerinin zorbalığına hem de despotların zulmüne karşı her zaman kutsal cihad ilan edecekler ve kendi dar ağaçları önünde cesaret ve gururla cihadlarının tam anlamıyla şuurunda olarak: Ben hakikatim (enel-hak) diyebilecektir.



Stirner’in Anarşizmi

Stirner, ferdi varlığın bencilliğini dışarıdan gelerek onu kısıtlamaya çalışan herşeyin karşısına koyar. Tabiata ve topluma, devlete ve insanlığa, ahlaka ve dine isyan eder. Bunlar birer hayalettir ve hiçbir sınırlamayı kabul etmeyen yegane benliğin onu engelleyecek olan herşeyi ortadan kaldırmak gerekir.



İsyancı Rousseau

Rousseau, ‘Bana bizzat kendim için sevecek birisi lazım’ ister istemez bu iman iradesi, herkesin aynı derecede belirlenmiş ve güçsüz olduğu tabiat düzeninde bir çıkmaza ulaşacaktır. Rousseau’nun son anda hayat tecrübesi onu, içerisinde kendisini tabiat gereği huzursuz, küçülmüş, samimiyetsiz, bizzat kendisinden uzaklaşmış, hasılı tuhaf ve sefil hissettiği insan toplumundan uzaklaştırmıştır.

O kendisini öyle tanıyordu ki, diğer insanlar gibi doğmamış olduğunun da farkındaydı. Bunu defalarca ifade etti; ‘Kalbimi duyuyor ve insanları tanıyorum. Gördüğüm insanların hiçbirisi gibi yaratılmamışım; mevcutların hiçbiri gibi yaratılmadığıma cüret ediyorum. Daha değerli değilsem de en azından farklıyım.’

Rousseau’nun isyanı, bizzat kendisiyle mücadele ihtiyacı duyan ferdiyetçiliği içerisinde sonuçsuz kalmıştır; bu isyan hedefine ulaşamamıştır. Bize göre Rousseau hareket adamı olsaydı, isyanın kaynağı tabiat-üstü bir alemin hareketine karşı bir uysallık olacaktı.



Schopenhauer’in İsyanı

Schopenhauer’in isyanı bizzat varoluşu hedef almıştır. Ona göre varolmak, kötülüğü istemektir. Bu köklü kötülükten kurtulmak için varlığı inkar etmek gerekir. Mademki dünya bu kadar kötüdür en iyisi varolmamaktır. Bu varolmama eğilimi insanda kendi iradesinin başvuracağı son şeydir.



İNSANDA ALLAH’IN İSYANI

(Ben Hakikatim-Ene’l Hakk’ın Manası)

Daha önce de söylediğimiz gibi, kendisi hakkında bilgi insanın kendi hareketindeki yetersizliğini ihtiva ederken, Uluhiyet hakkındaki bilgi ise kendi kaderini yapabilecek yegane güç hakkındaki düşüncedir. Böyle olunca isyan, söz konusu yetersizliğin bu kurtarıcı güce çağrısı olacaktır.

Hallac’ın mistikliğinin gayesi, Allah’ın iradesine boyun eğmek için, bencil ve hoyrat benliğin isteklerine karşı tam bir ilgisizliği gerçekleştirmektedir. Bu şekilde insan, beşeriyetini aşarak tabiat-üstü bir varlığı isterken aslında kendi kendisini istemiş olmaktadır.

İsyandaki anarşizm, insanda evrensel bir sorumluluk haline gelen merhamet ile kendi mukadderatına tek başına hakim olan Yegane varlıktan medet uman imanın sesinden başka bir şey değildir.



Ene’l-Hakkın Manası

Yetersizliğin şuuruna varan mistiğin iç müdahalesinin gayesi, bu insani yetersizliği İlahi şuur ve hareket mükemmelliğinde yol demektir; bu bir ölçüde Tanrılaşmak bir anlıkta olsa adeta Allah’ın varlığında kaybolmaktır. İşte böylece Hallac, bütün beşeri yetersizliklere karşı isyan etmek suretiyle uluhiyete ererek bu varlıkla birleşmeyi gerçekleştirecek ve ‘Ben Hakikat’im veya Ene’l Hakk’ diyebilecektir. Mistiğin hareketi yegane varlığa doğru bir yükseliştir,’ vecd ehlinin isteği Yegane Varlıktır, büyük Yalnızdır.’ Mistik, bir defa bile olsun bu noktaya ulaşıp orada ebediyyen kalamayacaktır. Bütün hayatı boyunca bunu arayacak bu arayışı kendi iradesi haline getirecek, bu mutlak irade içerisinde kaybolacaktır. Belki de Hallac’ın ‘herkesin selameti için lanetlenmiş olarak ölme yolundaki şaşırtıcı arzusu böyle açıklanabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder