20 Şubat 2009 Cuma

Reşat Nûri Güntekin

Reşat Nûri Güntekin
26 Kasım 1889 tarihinde İstanbul'da doğdu. İlk öğrenimi, İstanbul/Selimiye ve Çanakkale'deki mahalle mektebinde, orta öğrenimini ise İzmir'de Frerler Fransız mektebinde yaptı. 1912 yılında İstanbul Darulfünunu Edebiyat Fakültesi'nden mezun olan Reşat Nuri, Bursa ve İstanbul'daki okullarda Türkçe ve edebiyat dersleri verdi. 1916-17'de İstanbul Fatih Vakıf Mektebi müdürlüğüne getirilen Reşat Nuri, bu okulda Türkçe öğretmenliğini de yaptı. Vefa Sultanisi ve Erenköy Kız liseleri başta olmak üzere İstanbul'daki birçok lisede Türkçe ve Edebiyat öğretmenliğini sürdürdü. Maarif Vekaleti müfettişliği de yapan (1927) Reşat Nuri, 1939'da Çanakkale Milletvekili seçildi, dört yıl sonra yeniden müfettişliğe döndü. Daha sonra Türkiye Birleşmiş Milletler nezdinde Kültür Ateşesi olarak atandı, Talebe müfettişi olarak Fransa'da bulundu. 1954'te emekliye ayrılan Reşat Nuri, İstanbul Şehir Tiyatrosu Edebi Heyeti'nde görevli iken, akciğer kanserini tedavi için gittiği Londra'da 7 Aralık 1956 tarihinde öldü.

Öykü Kitapları

Gençlik ve Güzellik (1917), Recm (1919), Roçild Bey (1919), Eski Ahbab (1919), Sönmüş Yıldızlar (1923), Tanrı Misafiri (1927), Leylâ ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930)

Bir Öykü - BALTA (*)

-1-

Diş doktoru Tahsin Bey, genç güzel bir hanımın diş sinirini çıkarmakla meşguldü. Hanım, gayet korkak ve titizdi. Dakikada bir, yerinden fırlıyor:
-Doktor, öleceğim... Canımı yakıyorsunuz... Katilim olacaksınız, diye bağırıyordu.
Dişçi, bu cins hastalara sarfedilmesi mutat olan bütün tekerlemeleri, nasihatleri tüketmişti.
Paralı ve güzel bir kadın olmasa, kolundan tuttuğu gibi dışarı atardı. Bunu yapamadığı için, çaresiz, yalvarmaya başladı:
-Hanımefendi, istirham ederim... Bendeniz de insanım... Bendenizdeki sinir... Telefon teli değil.
-İyi ama, sizin sinirinizi çıkarmıyorlar ki... Hem ben asabiyim, kadınım... Rica ederim darılmayınız...
Tahsin, yumuşadı. Alnındaki ter damlalarını silerek düşündü:
-Ah şu fen, terakki etse de şunların dişlerindeki sinir gibi başlarındaki siniri de çıkarmak mümkün olsa, ne tadına doyulmaz mahlûklar olacaklar...

Dişçi, müşterisinin biraz sakinleştiğini görerek tekrar aletini eline almıştı. Kapı, yavaşça aralandı, han kahvecisi Abbas Ağa elinde bir kağıtla içeri girdi. Kahveci, manalı sırıtarak:
-O efendi yine geldi... Aşağıda cevap bekliyor, dedi. Abbas Ağa, "cevap" kelimesini söylerken, müşteriye sezdirmeden dişçiye parmağıyla para işareti yapıyor ve gülümsüyordu.
Tahsin'in henüz teri kurumamış alnı birdenbire kırıştı, kendi kendine söylenir gibi yavaş yavaş:
-Yarabbi, sen bilirsin... Yarabbi, sen bilirsin! dedi.
Ne yapacağını şaşırmıştı. Aletlerini karıştırıyor, kahveciye cevap vermiyordu.
Abbas Ağa, sigara iskemleleri üstünde, dolap kenarlarında unutulmuş çay, kahve fincanlarını ağır ağır topladı, kapıdan çıkarken yine gülümseyerek:
-Beklesin mi? dedi.
Tahsin sert bir sesle:
-Dur Abbas Ağa, dedi, bir dakika bekle... Cevabı yazacağım!..
Artık kararını vermişti. Bu rezalete bir nihayet vermeliydi.
Kahveci gibi, hanımdan da bir dakika müsaade aldıktan sonra köşedeki masanın gözünden bir reçete kağıdı çekti, kahvecinin getirdiği pusulayı okumadan yazabilirdi. Zaten buna lüzum da yoktu. Kağıtta ne yazılı olduğunu ezbere biliyordu; fakat şöyle bir göz gezdirdi.
"Birader-i canberarım efendim,
Fard-ı ihtiyaç ve müzayaka dolayısıyle beş liraya ihtiyaç vardır. Bu kör talihim beni bir küçük biraderin yardımına muhtaç eylememeliydi amma, ne çare, vakt-i merhununda tediye edilmek üzere beş lira göndermeni maalhicap rica eder ve gözlerinden öperim.
Büyük Biraderin
Hasan"

"Hamiş - Şayet beş lira lütfetmek mümkün olmazsa, bir liradan dûn olmamak üzere az miktar da gönderebilirsiniz."

İmza sahibi, Tahsin Beyin büyük kardeşiydi. Ayyaş, kumarbaz, derbeder bir adamdı. Eskiden postahanede kâtipti. Şimdi vazifesi; gün aşırı küçük kardeşinin muayenehanesine uğramak, ondan mektupla beş kağıttan efzun, birden dûn olmamak şartıyle para istemekten ibaretti. Son zamanlarda bu ziyaretler daha sıklaşmış, hemen her güne binmişti.
Tahsin, bin zahmetle mektebini bitirmiş, yine bin zahmetle küçük bir muayenehane açmaya muvaffak olmuş gayretli bir gençti. Ağabeyisini mümkün olduğu kadar gözetmek isterdi. Ne de olsa kardeşiydi. Ne atılır, ne satılırdı. Fakat son günlerde işler fena gidiyordu. Sonra, bu serserinin kendisini yiyim yeri etmesine, artık iyiden iyiye içerlemeye başlamıştı.

Kendisine şu mektubu yazdı:

"Birader,
Sen artık işi azıttın. Şimdiye kadar bana iki paralık faydan dokundu mu ki, her gün alacaklı gibi gırtlağıma sarılıyorsun! Beni âdeta haraca kestin. Ben kendi başımdan âcizim. Müşteri az. Aldığım para muayenehane kirasına bile güç kifayet ediyor. Elhamdülillah eli, ayağı tutmaz bir adam değilsin. Meyhane meyhane gezeceğine bir iş tut, bir baltaya sap ol! Sana gönderdiğim son liradır. Bir daha beni rahatsız etme."

Tahsin, biraz evvel dişini çıkardığı bir müşterinin bıraktığı lirayı bir kağıda sarıp kahveciye teslim ettikten sonra içinde bir fenalık hissetti.
Artık kurtulmuştu. Hasan, serseriliğe rağmen, azametli bir adamdı. Tahsin'e karşı hâlâ büyük ağabey tavrını terketmemişti. Bu mektuba içerleyecek, bir daha muayenehanenin semtine uğramayacaktı. Zaten Tahsin de sırf bunun için mektubu o kadar ağır yazmıştı. Dişçi, çalışırken artık hanımın sızıltılarına kulak asmıyor, içinde hafif bir nedamet sızısıyle:
-Bu ağabeye yapılacak muamele değil ama, ne yapalım çanak tuttu, diye düşünüyordu.

-2-
Aradan bir saat kadar zaman geçmişti. Tahsin Bey, iki şık hanımla kuron pazarlığı yapıyordu... Muayenehane kapısının açıldığını işiterek başını çevirdi, karşısında Hasan ağabeyisini gördü.
Hasan ağabeyi, körkütük sarhoştu.
Sokakta fena surette yuvarlanmış olacak ki, üstü, başı, suratı çamur içindeydi. Arkasında, koridorun karanlığında mavi gömlekli, iri kırmızı burunlu bir meyhaneci başı görünüyordu.
Bu soğuk manzaralı dişçi odasında hiçbir hasta, Tahsin beyin bu dakikada geçirdiği heyecanı geçirmemişti. Büyük rezalet çıkacağı, müşterilerinin yanında rezil olacağı muhakkaktı. Dişçi, soğuk ecel terleri dökerek şaşkın şaşkın:
-Ne istiyorsunuz efendi? Dedi.
Hasan ağabey, düşmemek için sırtını kapıya dayıyor, kaşlarını, burnunu, ağzını mütemadiyen garip hareketlerle oynatırken, koyun gözü gibi donuk, sersem bir ifade almış gözlerini kardeşine dikiyordu:
-Aferin Tahsin... Berhudar ol. Sağ ol... Var ol... Bin yaşa... Efendi olduk ha... Ağabey demeye artık tenezzül etmiyorsun ha... Hakkın da var ya... Sen adam oldun... Biz böyle kaldık... Ne yapalım... Talih... Hükmü kazaya rıza...
Artık olan olmuştu. Dişçi, renkten renge girerek, hiddetinden, yeisinden boğularak sordu:
-Neye geldin?
Hasan ağabey, yüzünü buruşturarak cevap verdi:
-Neye mi geldim? Sor arkamdaki cellâda...
Parmağıyle koridordaki meyhaneciyi gösteriyordu.
Mamafih muhavere meydanını onlara bırakmış olmasında rağmen, yine devam etti:
-Büyük Allahım, altın milyonerinin canlarını alır. Bizi açıkta bırakır... Ta ki hâcil ve zebun olalım... Öz kardeşine, velinimet ağabeyine o mektubu yazdın. Bana bu muamele...
Gömleğinin düğmelerini koparıp sökerek yumruğuyla göğsünü dövüyor, kuru hıçkırıklarla ağlıyordu.
-Baktım çıldıracağım, intihar edeceğim. Def-i gam için meyhaneye gittim... Acele gönderdiğin para da sahteymiş.. Senin kardeşliğin gibi, muhabbetin gibi sahteymiş. Bu cellat yakama yapıştı... Ah bu kardeş yüzünden başıma gelen...
Tahsin'in yüzü al çuha gibi kızarmıştı. Sarhoşu defetmek için bir lira daha çıkardı:
-Uzatma... Al iyisini dedi.
Fakat Hasan ağabey, bu para ateştenmiş de elini yakacakmış gibi geri çekiliyor, çığlık çığlığa bağırıyordu:
-İstemem... Dokundurma... Senin gibi namerdin bundan sonra on parasına el dokundurursam merhum validem mezardan çıksın da, bana avrat olsun... Hesabını onunla gör... Bana artık olmuş gözüyle bak...
Tahsin, meyhaneciden geçmez lirayı aldı, yerine bir iyisini verdi. Sonra hızla yüzlerine kapıyı kapadı.
Bir şey kaybetmiş de arıyormuş gibi odanın içinde dönüp dolaşıyor, bir türlü kadın müşterilerinin yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu.
Fakat kapı tekrar açıldı, Hasan ağabey, tekrar göründü:
-Artık sen benim için öldün, ben senin için öldüm... Cenazeme dahi gelmeni istemem... Fakat kati iftiraktan evvel sana iki çift lakırdı söyleyeceğim... Hanımlar, hasbetülillah hakem olsunlar... Hanımefendiler, bu nâmert benim kardeşimdir. Lâkin öyle soysuzdur ki, valide merhum, Peygamber halileri gibi pak, mutahhar bir hatun olmasaydı, bunu bir çingeneden falan doğurduğuna hükmederdim. Elimde doğdu. Ben bakıp büyüttüm. Yemedim, yedirdim. Giymedim giydirdim. Okuttum, adam ettim. Düşmez kalkmaz bir Allah. Ne yapalım düştük. Hani bir düzenbaz karılar vardır da kocalarıyle sokakta gezerlerken aftoslarını tanımamazlıktan gelirler... Onlar gibi, beni tanımamazlıktan gelmesi reva-yı hak mı? Sizlerin yanında beni hâcil etmesine Allah razı olur mu?
Hasan ağabeyin sarhoşluğu ve gazabı bir kudurma halini alıyor, elleriyle işaretler yaparak direk direk bağırıyordu:
-Sen beni tanımıyorsun, ben de seni tanımıyorum... Sen kimsin?... Kimin nesisin? İnsan mısın, eşek misin söylesene!..
Merdiven başı, komşu odalardan ve öbür katlardan gürültüyü duyarak koşuşanlarla dolmuştu.
Tahsin Bey, ağabeyisini yatıştırmaya çalıştı:
-Hasan ağabey, biraz muayene odama gel de konuşalım. Hanımefendiler, beyefendiler bir dakika müsaade ederler.
Kardeşini elinden tutarak bir an evvel bekleme odasından çıkarmaya çalışıyordu.
Fakat Hasan ağabey geri çekildi:
-Hayır Tahsin... Tahsin dediğime belki darılırsın ama, ne yapalım... Eski kardeşlikten kalma bir itiyat... Ben hemen gideceğim... Şimdiye kadar sana fazla yük oldum... Şimdi de beyhude tafsilat ile vaktini ziyan etmek, müşterilerini kaçırmak istemem...
-Ağabey...
-O ağabey sözünü bir daha ağzına alma... Gerçi senin gibi bir adamın bana ağabey demesi benim için bir şereftir... Fakat benim gibi bir adamın sana "kardeşim" demesi seni küçültür... Ben bir mağdurum, Tahsin... Uzun uzun düşündüm. Sana hak verdim... Bu zamanda herkes kendi boğazını beslemekten aciz... Birçok masrafların var... Buna mukabil kazancın mahdut... Ben, zahir-i beym bir insan olsam burada bekleyen müşteri kalabalığına bakar da, seni altına garkediyorlar diye düşünürüm. Fakat halime bakma... Ben, çok vakf-ı ahval bir adamım... Bu kalabalığın kuru kalabalık olduğunu, netice itibariyle para çıkmayacağını bilirim... Bir diş çekmek için kaç para alıyorsun. Bir kağıt değil mi? Bazısı onu bile vermek için nazlanırlar... Elli kuruş vermeye kalkar... Vakıa sen, dişçiliğe başladığın zaman bir mecidiyeye de diş çekerdin ama, böyle mükellef muayenehane kiraları falan yoktu... Her ne ise, bir liraya diş değil, diş çektiren sinirli hanım ve beylerin nazı bile çekilmez...
-Ağabey içeri gel diyorum.
-Yahu, ağabey deme diye yalvarıyorum... Ne kadar mustarip olduğumu görmüyor musun. Ağabey oldum da sana şimdiye kadar ne iyiliğim dokundu?.. Geçen gün sarhoşlukla bir haltlar ettim, ama şimdi alenen tarziye veriyorum... Sen çocukken, benden zarardan başka bir şey görmedin. Bayramlarda ayağında takunya ile bayram yerlerine gittin... Para vermeden tiyatroya gireyim derken kapıcıdan dayaklar yedin... Bir sefaleti hep benim yüzümden çektin... Ah benim mağrur evladım...
Hasan Ağabey bunları anlatırken yine ağlamaya başlıyordu.
Tahsin, gözleri kararmış, yüzü mosmor olmuş, onu içeriye sürüklemeye çalışıyor, kulağına yavaşça: "Ayaklarının altını öpeyim içeri gel" diye yalvarıyordu Fakat Hasan ağabeydeki rikkat ve heyecan son dereceyi bulmuştu. Kardeşinin ayaklarına kapanarak:
-Ben senin ayaklarını öpeyim evlâdım. Israr etme... Ben senin balına balta oldum. O mektupta yazdığım gibi, âdeta haraca kestim... Nihayet hatamı anladım, fakat pek geç oldu...
Hasan ağabey, yaralı rolü oynayan bir tülûat aktörü gibi elleriyle göğsünü tutarak kıvranıyordu:
-Tahsin evlâdım... Bu dünya, öyle bir dünya ki, zengin ile fakir arasında kardeşlik rabıtaları bile kalmıyor... Bugün sana vedaa geldim... Artık birbirimizi görmeyeceğiz... Fakat seni daima hatırlayacağım...
-Ağabey, sen müteessirsin... Al sana beş on kuruş vereyim de...
Dişçi elini cebine sokmuştu. Sarhoş, şiddetle doğruldu. Ağır bir sesle:
-Ne yapıyorsun Tahsin, dedi, sen beni hiç tanımamışsın... Aramızda geçen bu hadiselerden sonra senin on parana el süremem... Açlıktan ölsem senin elinden artık bir dilim ekmek kabul etmem... Ben izzet-i nefsimi ayaklar altında çiğnetecek bir adam olsam, bu halde kalır mıydım? Riya ve tekâpû sayesinde alimallah vezir olurdum. Bundan sonra on parana el sürmeyeceğime huzur-i ilâhîde yemin ediyorum. Sen var ol, sağ ol... Uzaktan saadetini göreyim... Felâketzede bir birader için bu saadet kâfidir... Seni, son bir defa derâguş edeyim...
Odanın ortasında taş kesilmiş gibi dimdik duran dişçinin boynuna sarıldı, yanaklarından öptü ve: "Elveda! Elveda!" diye odadan çıktı. Koridordan hâlâ ses geliyordu:
-Ah, ey fakr-ü sefalet... Nihayet kardeşi kardeşten, eti tırnaktan ayırdın!

-3-
Hasan ağabey hakikaten sözünün eriymiş. Artık kardeşinin muayenehanesine uğramıyor, hatta ona sokakta rastgeldikçe başını çeviriyor, yahut yolunu değiştiriyordu.
Tahsin'i bir gün sokakta meslektaşlarından biri yakaladı ve müstehziyane gülerek:
-İşler artık iyi gidiyor ya... Allah versin, dedi.
Genç adam, hayretle arkadaşının yüzüne baktı. O, aynı alaycı tavırla devam ediyordu:
-Reklâmın türlü şeklini görmüştük. Gazeteler, duvar ilânları, sinemalar, takvimler... Fakat şehirde canlı reklam dolaştırmak hiçbirimizin aklına gelmemişti.
Tahsin Bey, arkadaşının ne söylemek istediğini bir türlü anlamıyordu:
-Açık söyle Allahaşkına... Vallahi haberim yok, diyordu.
-Geçen gün Fatih tramvayında sakallı bir serseri peyda oldu... Çenesi bağlı bir adamı kolundan yakalayarak: "Beybaba, galiba dişin ağrıyor!" dedi. Adamcağız: "Ehemmiyetli bir şey değil, nezle... Ağzımda birkaç çürük diş var da!" diye cevap verdi. Sarhoş: "Ağzında çürük diş var da neye icabına bakmıyorsun beybaba... Paran varsa doldurt, yoksa çektirt... Fakat sakın acemi dişçilere gitme ha... Yanlış bir halt yerler, çene kemiğini de beraber götürürler, (..........)'de bir dişçi Tahsin vardır. Aman efendim, bir hafif eli var ki, el değil serçe kanadı... Hokkabaz gibi bir adam... Bir kere ağzını açtın mı? Artık dişi koydunsa bul... Çürük dişlerin doldurulmasına gelince... Vallahi, beybaba, ağzına dinamit al... Hiç korkmadan ateşle... Kafan, çenen darmadağın olur ve lâkin onun doldurduğu dişler yerinde kalır... Haydi beybaba, hemen tramvaydan atla... Başka bir tramvaya bin..." Sarhoş bu adamcağızı âdeta tartaklıyordu Güç belâ elinden kurtardık. Ben, senin arkadaşın olduğumu söyleyecek oldum... Bu sefer de beni yakaladı. Tramvayda verdiği konferansı işitmeliydin. "Tahsin benim kardeşimdir", diyordu, "fakat zinhar onu kardeşim olduğu için meth ü sena ediyorum sanmayın... Hatta biz, birbirimize dargınız da... Fakat ben hakperest bir adamım... Kafamı kesseler doğruyu söylerim... Öteki dişçiler uşağı bile olamazlar... Ancak ne fayda ki talihi yok... Görünüşte müşteri kum gibi... Fakat hep hamal camal takımı... Vesikalı fahişeler... Öyle insanlardan para mı çıkar? Evet, o İstanbul'un en birinci dişçisi olduğu halde sefalet içindedir. Böyle bir insanı sefaletten kurtarmak hepimizin boynuna borçtur... Efendiler, her kim ki dişi ağrır da Tahsin'den gayri dişçiye müracaat ederse eşşeoğlu eşşektir. Allah rızası için bilen bilmeyene söylesin." Baktım bir rezalet çıkacak... Madem ki senin kardeşinmiş... Koluna girerek yarı zorla tramvaydan indirdim. Bana dedi ki: "O haini gördüğün zaman söyle... Sen birkaç para için onun hatırını kırmışsın. Fakat o, gezdiği, yürüdüğü yerde seni reklâm ediyor... Ondan gördüğüm iyiliğin altında kalmam. Ara sıra köpeğe atar gibi verdiği beş parayı ona kat kat faiziyle çıkarıyorum."
Tahsin'in arkadaşı şaka gibi başladığı sözleri meyus bir ciddiyetle bitirmişti. Biraz tereddütle ilâve etti:
-Bana kalırsa sen bir yolunu bul da bu adamın ağzını kapat... Çünkü bu gidişle seni öyle rezil edecek ki dişçilikte değil, İstanbul'da bile tutunamayacaksın...

-4-
Tahsin, o gün işi gücü bıraktı, sokak sokak ağabeyini aradı. Nihayet akşam üstü onu, Balıkpazarı meyhanelerinden birinin kapısı önünde yakaladı. Hasan ağabey, yine onu görmemezlikten gelerek geçip gitmek istiyordu. Fakat dişçi, onun yakasına yapıştı:
-Gel buraya ağabey... Artık kırdığın ceviz bini aştı. Nedir bu yaptığın rezalet?..
Sakin ve mahçup Tahsin, hiddetinden çıldırmış gibi bir halde idi. Her şeyi göze almıştı. Sarhoş, yine bir münasebetsizlik yapmaya kalkarsa, onu ayağının altına alıp dövecek, sonra karakola gidecekti. Fakat Hasan ağabey, umulmaz bir tatlılık ve hüzünle cevap verdi:
-Tahsin... Allah var... Kimbilir ne günah işledim ki, Allah bu derekei sefalete düşürdü... Neye öyle dik dik yüzüme bakıyorsun... Beni dövecek misin? Döv Tahsin... Benim gibi derbeder bir biçareye tokat atmaktan kolay ne olur? Ne duruyorsun?.. Vursana Tahsin... Babamız olmadığı için ben senin baban hükmündeyim... Bak kollarımı kavuşturdum, boynumu büktüm, bekliyorum... Mukabele etmem... Seni polise, mahkemeye de şikâyet etmem... Ne kadar olsa evlâdım sayılırsın.
Hasan ağabey gözlerinden sel gibi yaşlar akıtarak ağlıyordu. Tahsin, çıldıracak bir haldeydi. Merhametle hiddet, kalbinde cıvık, acayip bir halite haline geliyor, dişçiyi ağlamak ve öldürmek arzuları arasında kararsız bırakıyordu.
-Ağabey, Allah rızası için artık yakamı bırak dedi.
Sarhoş gözyaşlarına fasıla verdi.
Asabiyetten sesi ıslık çalarak:
-Ne yaptım?.. Günah mı söyle, ben de bileyim...
-Daha ne yapacaksın? Bana gûya müşteri bulmak için ötekinin, berikinin yakasına yapışıyor, türlü rezalet çıkarıyormuşsun. Sen, benim canıma mı kastettin?..
Hasan ağabey, derin, derin bir sitemle gülümsedi:
-Ya!!! Tahsin... Demek ki, o da makbule geçmedi... O her harfi kızgın demir olup yüreğini yakan mektubunda, "Bana şimdiye kadar iki paralık bir faydan mı dokundu?" diyorsun. Tahsin, hazinelerim olsa sana verirdim. Fakat kuru bir canımdan başka bir şeyim yok. Sana naçiz bir hizmette bulunayım, dedim.
-Ağabey, bana edeceğin en büyük iyilik, benim adımı ağzına almamandır... İstersen sana ben, ara sıra para vereyim...
Hasan ağabey, dudaklarını büktü, meyusane bir tavırla:
-Hayf, sad-ı hayf, dedi, sen beni tanımıyorsun... Açım... Belki açlıktan öleceğim... Fakat artık senin on paranı kabul edemem... Senin adını anıp anmamak meselesine gelince, artık bundan sonra adını da anmayacağım. Hatta son nefesimde bile. Evet, Tahsin ismini son nefesimde bile anmayacağım. Fakat şunu bil ki, Tahsin'in hayalini yine o son nefeste bile gözümün önünden ayırmayacağım... Elveda, elveda...
Sarhoş ağlaya ağlaya ondan ayrıldı. Tahsin, daha fazla bir şey söylemeye cesaret edemedi. Çünkü etraflarında hamallardan, dükkâncılardan mürekkep bir meraklı kalabalığı toplanmaya başlamıştı.

-5-
Tahsin, birkaç gündenberi sokakta kısık bir sesin ara sıra "Simit gevrek!" diye bağırdığını işitiyordu. Bu ses, Hasan ağabeyin sesine ne kadar benziyordu.
Dişçi, kendi kendine diyordu ki:
-İnsanlar, pek korktukları şeyi her yerde görürlermiş... Bu herif, beni evham hastalığına uğrattı. Gözümü o kadar yıldırmış ki, sokaktaki satıcı sesleri bile bana onun sesi gibi geliyor, tüylerimi ürpertiyor. Bir gün bu, "Simit gevrek!" sesi garip bir ısrarla pencerenin önünde durmuştu. Satıcı, nedense bu sokaktan ayrılmak istemiyor, ikide birde sakil sakil bağırıyordu.
Tahsin, bu sesin sahibini merak ederek pencereyi açtı. Karşı kaldırımda bir tabla duruyor, Hasan ağabey, başını kardeşinin penceresine kaldırmış ara sıra bağırarak satıyordu.
İki kardeş gözgöze geldiler. Tahsin, olduğu yerde taş kesilmiş gibi donup kaldı.
Bugün Hasan ağabey, çok sakin ve tatlıydı.
Eliyle kardeşine aşinalık etti ve hatırını sordu:
-Nasılsın Tahsin? İyisin ya inşallah evladım! Bak elhamdülillah ben de bir baltaya sap oldum. Gerçi simitçilik pek o kadar ehemmiyetli bir ticaret ve sanat sayılmaz ama ne yaparsın mecburiyet... Günde beş on kuruş kazanıyorum. Artık ne sakala minnet, ne bıyığa... Gönlüm rahat, vicdanım müsterih... Elhamdülillah işreti de bıraktım. Ah, Tahsin! Sen belki bilmeden bana bir ders vermiş oldun... Bilmem hatırlıyor musun? Her kelimesi kızgın bir hançer gibi kalbime saplanan o mektupta, "Bir baltaya sap olamadın!" diyordun... Bu söz, izzet-i nefsime çok dokundu. İşte nihayet eş dost sayesinde ben de bir baltaya sap oldum. Ben de kardeş sadakatiyle, ötekinin berikinin lûtfiyle yaşayan tufeylîler zümresinden çıktım. Alnının teriyle geçinen çalışkan insanlar arasına karıştım... Artık bir serseri değilim. İyi kötü bir sanat sahibiyim. Sana göğsümü gere gere kardeşim diyorum. Eminim ki, buna sen de memnun olursun Tahsin... Sen, kafasız ve vicdansız bir adam olsaydın, bir simitçiye kardeşim demek, belki sana ağır gelirdi. Fakat necabet ruhundan eminim Tahsin... Yağmur altında simit satan bir esnafın borsada hava oyunu oynayan bir kısım madrabazlardan daha şayan-ı hürmet olduğunu takdir edersin...
Kapılarının önüne çıkmış dükkancılar sokaktan geçen yolcular bu nutku gülümseyerek dinliyorlardı.
Tahsin cevap vermediği gibi birdenbire içeri çekilmeye de cesaret edemiyordu. Çünkü kardeşinin kızmasından, sokak ortasında avaz avaz bağırmasından korkuyordu. Tesadüfen elinde bulunan bir kerpeteni gösterdi: "İçerde diş çekeceğim, mazur gör!" demek ister gibi bir işaret yaptı.
Dişçi, kendini yüzüstü bir kanepeye attı, şiddetli bir sinir buhranı içinde: "Yarabbi bu belâyı nereden başıma musallat ettin? Kendimi mi öldüreyim, onu mu öldüreyim?" diye çırpınıyordu.
Birkaç dakika sonra çaycı Abbas Ağa, manalı manalı gülerek odaya girdi, elindeki iki simidi ona uzatarak dedi ki:
-Kardeşin gönderdi. "Kusuruma bakmasın, tüccar değilim ki ona teneke teneke yağlar, top top kumaşlar göndereyim... Bizden bu kadar..." dedi. Taze çay demledim... İstersen bir de çay getireyim de...
Kahveci, bıyık altından gülerek hafif hafif eğleniyordu. Tahsin anlamamış görünerek:
-Götür onları sen ye Abbas Ağa, dedi...

***

Koca İstanbul'da başka yer kalmamış gibi simitçi, hemen her saatte bu sokaktan geçiyordu.
Bazen karşı kaldırıma tablasını koyuyor, kardeşinin penceresine gözleri dikerek: "Simit... Gevrek!" diye bağırıyordu.
Onun sesini işitince Tahsin'in ellerine ayaklarına bir titremedir yapışıyordu. Bir gün az kaldı yanlış bir hareketle bir müşterisinin çene kemiğini koparıyordu. Sonra, her sabah muayenehanesine geldiği zaman masanın üstünde iki simit buluyordu. Artık bunların nereden geldiğini sormuyor: "Yarabbi, sen bilirsin! Yarabbi sen bilirsin!" diye bir çekmece gözüne atıyordu.
Nihayet bir gün Abbas Ağa vasıtasıyle onu muayenehanesine çağırttı. Hasan ağabey, merdiven başına kadar geldi. Fakat içeri girmek istemedi:
-Artık muayenehanene ayak atamam Tahsin... Zannetme ki sana dargınım... Hayır hayır ben kendi kabahatimi bilmeyecek kadar beyinsiz bir adam değilim... Ben de insanım.. Benim de izzet-i nefsim var... Kovulduğum yere bir daha gelmem... Mamafih kardeşlik yine baki... Zaten muhabbetin böylesi daha tatlı olur... Evimiz ayrı, işimiz ayrı... ben, büyük kardeşin olduğum için ara sıra bir iki naçiz simitle hatırını sorabilirim... Senden onu da kabul etmem!
Hasan ağabey işreti bıraktıktan sonra halim adam olmuştu.
Tahsin:
-Ağabey, bu hale ben de çok müteessifim, dedi. Sen, gerçi namusunla esnaflık ediyorsun... Buna kimsenin bir diyeceği yok... Fakat insanların hali malûm ya... Komşu dükkancılar seni muayenehanenin karşısında gördükçe...
-Anladım Tahsin, dedi, devam etme... Benden utanıyorsun... Hakkın da var çocuğum... Ne kadar olsa gençsin... Benim gibi feleğin sillesini yemedin... Peki, evlâdım, gönlün rahat etsin... Ben, bir daha buralara uğramam... Başka yerlerde bu kadar satış yapamayacakmışım... Ne çıkar? Allah, kör kurdunun bile rızkından geçmez. Allaha ısmarladık Tahsin...
Ağır ağır merdivenlerden inmeye başlamıştı. Dişçi, arkasından koşarak onu kolundan yakaladı:
-Maksadımı anlatamadım ağabey... Ben yine sana az çok muavenette bulunayım... Zaten akşama kadar kaç simit satacaksın?
Hasan ağabey, mağrur ve mahzun bir tavırla başını kaldırdı:
-Yazık sana Tahsin... Ağabeyini fakirane, fakat meşru ticaretinden menedip zelil ve tufeyli vaziyetine sokmak sana yakışır mı? Sen, beni ne kadar yanlış anlamışsın, acaba Hasan ağabeyinin namûskar elleri, gördüğü hakaretten sonra, senden on para kabul eder mi? Israr beyhude Tahsin... Tablamı alıp gidiyorum. İcab ederse seni utandırmamak için başka memleketlere bile giderim... Elveda kardeşim... Belki artık dünya yüzünde birbirimizi göremeyeceğiz.
Hasan ağabey, ağır ağır merdivenden inerken dişçi, ellerini havaya kaldırdı:
-Ah, hani o günler! dedi.

Bir gün Tahsin'i muayenehane komşusu olan bir avukatın telefonuna çağırdılar. Kalın bir ses.
"Burası (....) karakolu. Pek mühim bir mesele için hemen karakola teşrif ediniz" dedi.
Dişçi, izahat istedi. Fakat komiser:
"Teşrifinizde öğrenirsiniz!" diye telefonu kapadı.
Tahsin karakola giderken düşünüyordu:
-Bugün tam on iki gün var ki, Hasan ağabeyden ses, seda çıkmadı... Biraderi azizimin beni bu kadar zaman rahat bırakmış olması gayri tabii görünüyor. Bu karakol meselesi onunla alâkadar olsa gerek...
Dişçi tahmininde yanılmıyordu. Karakolda, komiserin odasına girerken bodrum katında bir sesin: "Allah... Allah... Canımı daha almayacak mısın?" diye inlediğini duydu. "Eyvah, birader bey burada... Kimbilir ne haltetti ki, deliğe tıkmışlar!" dedi.
Komiser efendi, çatkın bir çehre ile anlatmaya başladı:
-Efendim, biraderiniz olduğunu söyleyen acaip bir herif, bugün olmayacak haltlar yemiş... Tablasındaki iki kırık simitle sözüm ona esnaflık eden bu serseri, sokak sokak dolaşır, çoluk çocuğa musallat olur, önüne gelenle kavga eder... Olmayacak yere tablasını koyar... Belediye memurları ihtar ettikçe: "Namuslu esnaflık ediyorum... Açlıktan öleyim mi?" diye bağırır, rezalet çıkarır... Nihayet bugün başka satıcılarla dövüşmüş, tablası devrilmiş... Polisler karakola getirmek isteyince kızmış, açmış ağzını, sokak ortasında türlü tefevvühatta bulunmuş... Biraz evvel ifadesini aldım. Kardeşiniz olduğunu söyledi. Pek ihtimal vermemekle beraber, zatıâlinizi davete mecbur oldum...
Tahsin, utana utana başını önüne eğdi:
-Maalesef doğru, dedi, başa çıkılmaz bir serseri...
Komiser kaşlarını çatarak itiraz etti:
-Pekâlâ ama, ne de olsa kardeşiniz. Bu adamı biraz gözetmeniz lâzım gelirdi sanırım...
Tahsin, ağlayacak bir haldeydi. Cevap bulamıyordu.
Komiser efendi, ona, hali vakti yerinde olduğu halde öz kardeşini sokaklarda süründürmesi insaniyete muvafık bir şey olmayacağını uzun bir nutukla anlattı.
Tahsin:
-Rica ederim komiser efendi dedi, ben billahi paradan, puldan kaçınmıyorum... Halimin müsaadesi nisbetinde her fedakârlığa razıyım... Bir çare bulup beni bu adamdan kurtarırsanız size minnettar olurum.
Komiserin emri üzerine sarhoşu bodrumdan çıkardılar. Elbiseleri parça parça idi, alnı kanamış, gözünün biri şişmişti. Hasan ağabeyin sokakta yaptığı münasebetsizliğin pek yanına bırakılmadığı halinden anlaşılıyordu.
-Vay burada da mı sen karşıma çıktın? Ben, senden kurtulamayacak mıyım? Seninle yüzyüze gelmemek için yabancı mahallelerde dolaşıyorum... Burada da mı sen?
Sarhoş, yırtık elbiseleri içinde bir Roma İmparatoru vakariyle dikiliyor, elleriyle garip işaretler yaparak, gözlerini gökyüzüne dikerek söyleniyordu:
-Anlaşılıyor ki bu dünya yüzünde bize hayat hakkı kalmadı... Hiç kabahatimiz olmadan memuriyetten kovulup kardeş eline kalırız. O, bizi istiskal eder. Çaresiz esnaflık etmeye, namusumuzla ekmeğimizi kazanmaya başlarız. Fakat bu defa da kardeşinin sokakta simit satması küçük beyimizin azametine dokunur. Ona da "eyvallah" der, başka mahallelere gideriz. Bu defa da mahalle yumurcaklarından kâfil-i hukukumuz ve muhafız-ı hayatımız olan zabıta memurlarına kadar bütün şehir ahalisi bize musallat olur... Görülüyor ki, bize hayat hakkı kalmadı... Komiser efendi... Komiser efendi... İyi biliniz ki, ölmüş eşşeğin kurttan pervası olmaz. İster hapsedin... İster öldürün... Artık vicdanınıza kalmış bir mesele... Beni İstanbul sokaklarına lâyık görmüyor musunuz? Pekâlâ... Artık sokaklarda da gezmem... Bu akşamdan tezi yok... Eyüp mezarlığına gider, servilerin altına uzanır, açlıktan ölünceye kadar yatarım, anladınız mı?
Komiser, gayri ihtiyari gülmeye başlamıştı:
-Kâfi, anladık... dedi. Bak, biraderin sana muavenet etmeyi vadediyor...
Hasan ağabey, istihfafla gülümsedi:
-Ah, ah... Siz, benim ne ruhta, ne yaradılışta bir adam olduğumu anlayamazsınız komiser efendi... Bu adamın elinden, ölsem bir bardak su içmem... Siz, beni bilmezsiniz. Beni serbest bırakınız, gideceğim yer Eyüp mezarlığıdır...

***

Komiser efendi, nihayet bir çare buldu:
-Bak buraya arkadaş, dedi. Sen, yine kardeşinin elinden on para kabul etme... Her sabah buraya uğrar, benden yarım kağıt alırsın, anlaşıldı mı?
Hasan ağabey, uzun uzun düşündükten sonra, bu teklifi pek izzet-i nefsine dokunacak bir mahiyette bulmadı:
-Bir daha onun yüzünü görmemek şartiyle kabul ediyorum, dedi. Bir ikinci şartım da, bu paraları vakt-i merhununda faiziyle ödeyeceğime dair pullu bir senet yapılmasıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder