HER AKSAM GÜNEŞ NEREYE GİDİYOR?
"Anne, her akşam güneş nereye gidiyor?" diye sordu çocuk.
"Yavrum, hiç merak etme yine gelecek, o şimdi başkalarına gitti; onları aydınlatıyor", dedi annesi. Fakat çocuk çok meraklıydı. O akşam, giydi pabuçlarını, düştü güneşin peşine. Güneş tepenin arkasına gitmişti. Çocuk tepeye doğru yürüdü, yürüdü... Tepeye geldiğinde alaca karanlık basmıştı. Güneşi ovanın ötesinde yine gördü, gidiyordu... Kıpkırmızı son kalan parçası tarafına koştu, koştu... ama yetişemedi. Hava kararmaya devam ediyordu. Çok yorgun düşüp otların arasına arka üstü yattı. Hemen uyuya kaldı. Biraz sonra serinlik hissederek uyandı, üşüyordu. Gökyüzünde kocaman, top gibi ayı gördü. Etraf gündüz gibi aydınlıktı. Ay birden konuştu:
ama seni bekleyememiş; çok üzülmüş; `ona söyle benim nereye gittiğimi çok merak ediyorsa okumayı öğrensin, kitap okusun, orada her şey yazılı', dedi."
Çocuk şaşkın bakınırken annesinin, babasının ve komşularının seslerini duydu:
"Halil, Halil!" diye bağrışıyorlardı. Küçük Halil otlar arasından kalktığında okumayı öğrenmeye karar verdi. Zaten o kış okula başlayacağı için bunları öğrenecekti...
M İ K R O P
Bir baba mikrop ve eşi yavrularıyla koca bir adamın solunum yoluna yerleşmişlerdi. Günlerdir orada yaşıyor, görevlerini yapıyorlardı. Bir sabah minicik, yavru bir mikrop daha doğmuştu. İşte o sabah koca adam otobüste hapşıranca milyonlarca yavrusu ile mikrop âilesi havaya yayıldı. Minicik yavru ne olduğunu anlayamadan kendini başka bir dünyada baş aşağı düşer buldu. Yanından geçen büyük kardeşlerinden birinin koluna yapışıp, "Ne olur beni bırakma" diye yalvardı.
Ondan sonra büyük kardeşi yavruyu hiç kolundan bırakmadı. İki kardeş havada savrula savrula giderlerken bir çocuğun elindeki kağıt paranın üzerine yapıştılar. Orada onlar gibi daha birçok aileden mikroplar vardı. Büyük kardeş yavruya:
"Burada güvencedeyiz; biz o kadar küçüğüz ki, ancak bir âletle bakarlarsa bizi görebilirler" dedi.
Bu para, elden ele dolaştıktan sonra bir okulun kantinine geldi. Kantinden şeker alan Tolga, parayı cebindeki tertemiz mendilin yanına koydu. Nezle mikrop âilesi sevinçle bağırarak mendile atladılar. Bütün mikroplar alkış tuttular. Tolga mendili burnuna götürünce hepsi buruna atladılar. Kardeş mikroplar da silgiye geçtiler; çünkü, Tolga'nın silgisi mendilinin yanında idi.
Tolga Halil'in sıra arkadaşı idi. Halil o gün birkaç defa Tolga’nın silgisini istedi. Böylece mikrop kardeşler Halil'in elinin derisine yarleştiler. Büyük kardeş yavruya dedi ki:
"Nasılsa bu çocuk elini ağzına burnuna götürecek; iste o zaman âilemizi solunum yolunda kurarız." Fakat Halil o gün elini hiç ağzına burnuna götürmedi. Eve döndüğünde Halil'i kardeşleri Çiğdem ve Yasemin sevinçle karşıladılar. Halil, önce önlüğünü çıkarıp silkeleyerek balkona astı. Sonra banyoya girip ellerine sabunla güzelce yıkadı.
"Haydi kardeşlerim artık oynayabiliriz" dedi.
Mikrop kardeşler birbirlerini sabun köpükleri arasında kaybederek musluktan ağlaya akıp gittiler. Böylece Halil, milyonlarca üreyecek olan mikroplardan korunmuş oldu.
D E R T L İ K A R I N C A L A R
Yol kenarındaki bir ağacın altında çok geniş bir karınca âilesi yaşardı. Büyükanne, büyükbaba, anne, baba ve çocuklar hep birlikte mutlu idiler. Yazdan yuvalarına yiyecek doldururlar, kışın rahat ederlerdi. Genç karıncalar yuvalarının o daracık kapısından vızır vızır girip çıkarlar, yiyecek taşırlardı. Çocuk karıncalar delikten girip çıkıp oynarlar, şakalaşırlardı. İşte yine böyle bir gün genç karınca yuvalarının kapısına geldiğinde başına bir şeyin çarparak çıkmasını engellediğini fark etti. Sanki yuvanın ağzı beyaz bir şeyle kapalıydı. Hemen geri yuvaya inip büyükbabaya söyledi. O, çok tecrübeliydi. "Her halde yaramaz insan oğlu kapımızı çöpleriyle kapattı" dedi. Genç karıncalar yoruluncaya kadar kapıyı zorladılar, fakat açamadılar. Dışarda oynayan çocuklar da yuvaya giremiyorlardı. Orduya haber saldılar. Karınca ordusu başlarında kumandanları rap, rap, rap... iki sıra halinde geldiler. Ne kadar uğraştılarsa da yuvanın kapısındaki yaramaz çocukların attığı naylon torbayı çekemiyorlardı. İçerdeki karıncalar, havasızlıktan ölmek üzereydiler.
Anneleri, Halil ve kardeşlerini o sabah parkta oynamaya götürmüştü. Dönüşte hepsine birer paket şeker aldı ve
"Sakın sokakta yemeyin, yemekten sonra evde yiyeceksiniz", dedi. Anne, küçük kardeşi ve Halil'le önde gidiyordu. Ortanca kız ise arkadan hoplaya zıplaya geliyordu. Yaramaz kız annesini dinlememin, şekerleri birer birer yemişti. Bitirince torbayı yol kenarındaki bir ağacın altına bırakıvermişti. Yemekten sonra annesi,
"Artık şekerlerinizi yiyebilirsiniz" dedi. Halil kardeşine:
"şekerin nerede?" deyince yaramaz kız,
"Yolda ben onu yedim, kağıdına da yol kenarındaki ağacın altına attım bile", dedi. Halil o yıl okula başlamıştı. Öğretmeni, "Yediklerinizin kabuklarını çöp tenekesine atın" diye öğretmişti. Onun için Halil kardeşine çok kızdı. "Hemen git, ağacın altına attığın torbayı al, çöpe at" dedi. Yaramaz kız koşa koşa gitti, naylon torba ağacın altında duruyordu. Almak için eğildiğinde belki binlerce karıncanın toplanmış olduğunu gördü. Çok şaşırmıştı. Torbayı alıp silkeledi ve eve koştu. Torba kalkınca karıncaların yuvasına temiz hava doldu; böylece karıncalar ölmekten kurtuldukları için küçük kıza teşekkür ettiler.
Aslında bu teşekkürü öğretmeninin sözünü dinlediği için Halil hak etmişti.
G E L İ N C İ Ğ İ N D O Ğ U Ş U
Ilık bir bahar günü tâ uzaklardan savrula savrula gelen küçücük bir gelincik tohumu bahçenin yumuşacık toprağına düştü. Hemen yanında çimleri gördü; yemyeşildiler. Ne güzel renk diye düşünürken bahçıvanın çapası ile toprağın altına gitti. Toprak altı karanlık, nemli bir yerdi. Önce biraz korktu, sonra incecik bir ses duydu; birisi ona sesleniyordu:
— "Ben gülün kökleriyim gelincik kardeş, hoş geldin, sakın korkma, yakında toprak üstüne çıkacaksın."
Birkaç hafta sonra nemli toprak ısınmaya başladı. Tohum çatladı ve yeryüzüne doğru yükseldi. Sabah henüz Güneş doğarken tohumun çatlağından çıkan parça yeryüzündeydi. Gelincik çimler arasından yemyeşil dünyayı görünce çok sevindi. Yeşil rengi pek sevmişti. Yeşil yapraklar vererek yükselmeye devam etti. Yemyeşil birkaç koncası da olmuştu.
O gün Halil bahçede gezinirken gelinciğin arkadaşı olan gülü gördü. Elini uzatıp gülün kurumuş yapraklarını toplamak istedi. İşte tam bu sırada ayağı kaydı ve gülün dikenleri arasına düşüverdi. Ellerine gülün dikenleri batınca çok canı yandı Ayağa kalktığında ellerinden kan akıyordu.
Kıpkırmızı kan!
Bütün bunları gelincik izliyordu. Kanı ilk defa görmüş ve rengine bayılmıştı. Güle:
— "Ne güzel renkte bir su akıyor çocuğun parmağından," diye seslendi. Gül,
— "Benim dikenlerim var. Onlar batınca insanların canını yakar, kan çıkartır. Kan kırmızıdır," diye cevap verdi. Gelincik:
— "Ben dikenli olmayacağım, ama kırmızı çiçek istiyorum," dedi.
O sırada, esen rüzgârın yardımıyla zorlukla eğildi ve tomurcuğunu Halil'in çimler arasına damlayan kanına sürdü, ve Tanrıya yalvardı:
— "Ne olur Tanrım! Benim çiçeklerimi Halil'in kanı gibi kırmızı yap," diye.
Tanrı bu yalvarmaları duymuştu. Gelinciğe:
— "Yalvarmana hiç lüzum yok, sen zaten çalışıp didinip tomurcuğunu Halil'in kanına sürdün, çiçeklerin kırmızı olacak," dedi.
Böylece gelincik istediği beyi çok çalışmakla kazanabileceğini anladı.
KISKANÇ BULUT iLE AY IŞIĞI
Bir eylül akşamıydı. Ay, ışınlarını dünyaya göndermiş, orada bin bir türlü oyunlar yapıyordu. Tarlaları, evleri aydınlatıyor, denizin üzerinde parıltılar yaparak insanları eğlendirip sevindiriyordu. Herkes bu oyunlara "mehtap var" diyor, sandallarla denizde geziyor, mehtapta yürüyordu. şairler en güzel şiirlerini yazıyorlar, insanlar sevdiklerini hatırlyıyorlardı. Mehtapta her şey güzelleşiyordu.
penceresinden yatak odasına giriyor, duvarlarında, halısının üzerinde, battaniyesinde, aynasının üzerinde dolaşıp Halil'i elendiriyordu. Ay ışığı ile Halil'in arası çok iyi idi. Birbirlerini çok seviyorlardı.
Bu sevgiyi çok uzakta kara, kocaman bir bulut gördü ve çok kıskandı. Hemen ayın önüne geçip ışıklarını kapattı. Birden her taraf karanlık oluverdi. Halil çok korkmuştu. Annesine gitmek için kalktı ve odasındaki sandalyeye çarpıp düştü.
Yüzü yere çarptı. Burnundan aşağıya ağzına doğru sıcacık tuzlu bir şeyin aktığını hissetti. Bir anda kendini dipsiz, karanlık bir kuyuda buldu:
Bayılmıştı.
Mehtap birden gidip karanlık olunca annesi bir gürültü duyarak Halil'e seslendi. Cevap alamayınca hemen Halil'in odasına koştu. Halil yerdeydi. Hemen yüzüne soğuk su serpti, kolonya ile bileklerini ovdu. Halil açılmıştı, ama yine de bir doktor çağırdılar. Bütün bunları kara yüzlü koca kıskanç bulut görüyordu. Yaptığı kıskançlığa çok üzülmüştü. Hemen ayın önünden çekildi, çok uzaklara gitti. Bir daha da böyle birbirini sevenlerin arasına kıskançlık edip girmemeye karar verdi.
PARKTAKİ GELİNCİK
Yol kenarında denize inen bir parkın üst kösesinde bir gelincik yaşıyordu. İki çiçek ve beş koncası vardı. Koncalardan biri çok küçüktü. Ötekiler hemen hemen açmaya hazırdı. Küçük konca konuştu:
— "Biraz su olsa ben de sizin gibi açabilirim," dedi.
O sabah parka bir karı koca ve iki erkek çocuk piknik için gelmişlerdi. Bunlar, Halil, annesi, babası ve bir arkadaşı idi. Çocuklar etrafta koşuşuyorlar, ana baba denize karşı bir bankta oturuyorlardı. Halil, arkadaşı Deha'ya kurumak üzere olan tepedeki gelinciği gösterdi. Çocuklar susuz gelinciğe çok üzüldüler. Halil, annesine koştu.
— "Ne olur anneciğim, içme suyumuzdan bir bardak şu tepedeki gelinciğe verebilir miyiz? "dedi.
Anne, zaten bir şişe olan içme suyundan bir bardak verdi. İki çocuk koşarak gittiler ve gelinciğin tam köküne suyu döktüler. Küçücük konca suyu aldığında güneş de iyice yükselmişti. Küçük konca yeşil kabuğunu çatlatıp kırmızı başını dünyaya uzattı.
— "Merhaba dünya! Merhaba masmavi gökyüzü," diye bağırdı. Birden köklerinin olduğu yerden kötü bir koku duydu. Rüzgarın yardımıyla dikilen başını eğdi ve orada mısır koçanları, izmaritler, yumurta kabukları ve daha birçok pislik gördü.
Biraz ilerde turuncu boyalı bir kutu vardı. Üzerinde "Çöp kutusu" yazıyordu. Çok şaştı küçük gelincik. işte tam bu sırada parkın çöpçüsü göründü. İri yarı, siyah bıyıklı bir adamdı. Elinde çalılardan yapılmış uzun sopalı bir bahçe süpürgesiyle pat! pat! pat! küçük gelinciğe yaklaşıyordu. Zavallının yüreği öyle hızlı çarpmağa başladı ki, yeniden yeşil kabuğuna girip saklanmak istedi. Aslında bahçıvan çok merhametli idi.
Gelinciğin dibindeki pislikleri usulca topladı. Bu arada küçücük gelinciği görünce
— "Sen bu sabah doğan çocuksun, değil mi?" dedi ve, "Hoş geldin dünyaya," diyerek eğildi, onun incecik tül gibi yaprağına bir öpücük kondurdu.
Küçük konca suyu, Güneş ışınlarını ve sevgiyi görünce daha da kırmızılaştı. Akşama kadar büyüdü, kardeşlerine yetişti ve kendisine su veren çocukların bu iyiliklerini hiç unutmadı.
IHLAMUR İLE HATMİ
Bir köşkün arka bahçesinde bir hatmi ile bir ıhlamur ağacı vardı. Bunlar yıllardır arkadaşlık eder, etraflarındaki çimlere verilen sulardan yararlanıp çiçek açarlardı. Köşktekiler hatminin beyaz çiçeklerini toplarlar, kışın süt içinde kaynatıp içerler; böylece öksürük ve soğuk algınlıklarını geçirirlerdi. Ihlamurun çiçekleri pek güzel kokardı. Onları da toplayıp kurutur ve çay gibi içerlerdi.
Bir yaz günü köşke bir akraba ailesi misafir geldi. Çocukları için salıncak kurmak istediler ve ucunda halka olan kocaman bir vidayı ıhlamurun kalın gövdesine batırıp çevire çevire iyice içeri soktular. Zavallı ıhlamurun canı çok yandı. Halkaya ip bağladılar ve halkanın öbür ucunu hatminin dallarından birine taktılar; iplere kilim dolayarak salıncak kurdular. Yine misafir çocukları Yağız ve Kaan’ı oturttular. Halil çocukları sallamaya başladı.
Her sallanışta hatminin kökleri sarsılıyor, ıhlamurun içine giren vida onun canını yakıyordu.
Halil çok iyi çocuktu; ıhlamur ve hatminin haline üzülüyor, ama duygularını Yağız ve Kaan'a anlatamıyordu. Misafir çocuklar ise sallanmaktan son derecede memnundular.
— "Daha hızlı salla, daha hızlı salla," diye bağırışıyorlardı. Fakat, salıncak hızlanınca hatmi artık dayanamadı ve ipin bağlı olduğu dal kopuverdi. İki çocuk bir anda kendilerini çimler üzerinde buldular. Düşerken çok korkmuşlardı. Halil onların korkularını gidermeye çalıştı ve çocukları eve götürdü. Sonra geri dönüp vidayı ıhlamurdan çıkardı. Hatminin kopan dalından beyaz bir su akıyordu. Sanki hatmi başına gelenlere ağlıyor gibiydi. Halil biraz toprak aldı, su ile karıştırarak bir bulamaç yaptı, sonra hatminin kanayan yerine sürdü.
Bu merhem hatmiye çok iyi gelmişti. Acısı biraz hafifleyen hatmi ıhlamurun durumunu öğrenmek istedi.
— "Nasılsın ıhlamur kardeş," dedi. Ihlamur,
— "Vidanın girdiği yer hâlâ acıyor," diye cevap verdi.
İşte tam bu sırada Halil, ıhlamurla hatminin konuşmalarını duymuş gibi, elinde kalan küçük bir parça çamuru vidanın çıkarıldığı deliğe soktu. Böylece ıhlamurun yaraları da kısa zamanda kapandı. İki ağaç, kendilerinin de canlı olduğunu ve incitilmemeleri gerektiğini iyi bilen Halil'e dua ederek uzun yıllar yaşadılar.
ÜÇ BEYAZ KELEBEK
Bir ilkbahar sabahıydı. Güneş prýl pýrýl altýn ýþýklarýný yer yüzüne yolluyordu. Bu ýþýnlarý gören kozalardan o sabah üç beyaz kelebek çýktý. Çok büyük ve tül gibi ince bembeyaz kanatlarý vardý.
Üçü birden kendilerini bir bahçenin çiçekleri arasýnda buldular. Önce keþif uçuþuna çýkýp bahçeyi dolaþtýlar. Sonra dinlenmek için biri kýrmýzý bir güle, diðeri top gibi bir ortancaya, üçüncüsü de turuncu kadife çiçeðine kondular. Dinlenirken kanatlarýný dikleþtirip birleþtirmiþlerdi.
O sýrada annesi, henüz ondört aylýk olan Zeynep'i temiz hava almasý için bahçeye çýkardý.
Annesi, küçük kýza üzerinde mavi ve beyaz çiçekleri olan bir elbise giydirmiþti. Baþýnda koyu pembe küçük kenarlý hasýr bir þapka vardý. Þapkanýn üzerinde ince beyaz bir kurdela fiyonk olmuþ arkasýndan sarkýyordu. Zeynep, yumuþacýk beyaz küçücük pabuçlarýnýn burunlarýna basýp topuklarýný kaldýrarak pýt pýt yürümeye çalýþýyordu.
Kelebekler þapkayý görünce,
— "Aman ne büyük bir çiçek!" diyerek üçü birden hasýr þapkanýn kenarýna kondular. Fakat çocuk koþmaya baþlayýnca akýllý olan kelebek bunun bir çiçek olmadýðýný hemen anladý.
— "Çabuk kaçalým, bu insan yavrusu, bizi yakalarsa ölürüz," dedi. Fakat onun kadar akýllý olmayan ikinci kelebek meraklandý ve pýr diye uçup kýzýn incecik koluna konuverdi.
Küçük kýz kelebeði kolunda görünce yiyebileceði bir þey sandý. Henüz suya "buu", yemeðe "mama" diyecek kadar konuþabiliyordu.
Onun için kelebeði "mamma" diyerek aðzýna atýverdi. Zavallý kelebek ne olduðunu anlayamadan kendini ýslak ve karanlýk bir yerde buldu.
Annesi, Zeynep'in aðzýna birþey attýðýný son anda fark etti.
— "Aðzýnda ne var" diye sorunca küçük kýz,
— "Mamma" demek üzere aðzýný açtý.
Böylece kelebek pýrrrr! diye uçup canýný kurtardý. Fakat kanatlarýndan biri ýslanmýþtý. Tanrý bunu gördü ve hemen güneþe ýsýtmasý için emir verdi. Güneþ altýn ýþýklarýný kelebeðin ýslak kanadýna yollayarak kuruttu. Kelebek artýk rahatlamýþtý. Hemen arkadaþlarýnýn yanýna gitti. Akþama kadar çiçekten çiçeðe, daldan dala uçup durdular. Güneþ batarken her üçünün de sadece birer günlük olan ömürleri bitmiþti.
HALÝL'ÝN YENÝ AYAKKABILARI
Halil'in babasý bankada çalýþýyordu, annesi ev kadýný idi. Küçük iki kardeþi ve anneannesi ilekýþýn þehirde, yazýn dededen kalma bahçeli küçük bir yalýda
yaþýyorlardý. Paralarý azdý, ama çok mutlu bir aile idiler.
Halil, futbolu çok severdi. Okul takýmýnda oynardý. Akþam okuldan gelince derslerini çalýþmaya baþlamadan mahalle arkadaþlarýyla maç yaparlardý. Eve ter içinde gelir, annesinin hazýrladýðý akþam kahvaltýsýný yer, sonra ödevlerini hazýrlamaya baþlardý. Halil hem çalýþkan, hem akýllý idi; fakat ayakkabýlarýný çok çabuk eskitiyordu.
Babasý:
— "Oðlum, ayakkabýlarýný alalý daha iki hafta olmadý; ne çabuk eskitiyorsun," derdi.
Bir cumartesi günü Halil, annesi ve babasý çarþýya ayakkabý almaya çýktýlar. Halil'in istediði top ayakkabýsýný almayýp ona deriden saðlam bir ayakkabý aldýlar. Eskileri paket ettirdiler, yeni pabuçlarla dükkândan çýktýlar. Halil hoplaya zýplaya önden gidiyordu. Babasý arkasýndan seslendi:
— "Oðlum, ayakkabýlarýnýn burnunu taþlara vuruyorsun; daha yeni aldýk, hemen eskiteceksin," dedi. Halil yavaþ yavaþ ve dikkatle yürümeðe baþladý. Biraz sonra annesi:
— "Aman Halil dikkat et, çamura basacaksýn, ayaðýnda hiç yeni birþey görmeyelim," dedi. Halil düþünerek yürümeðe devam etti. Biraz sonra yine babasý:
— "Haným bu çocuk önce topuklarýna basarak yürüyor; iki günde bu ayakkabýlar topuklarýndan eskir, görürsün," dedi. Bu arada kalabalýk caddede karþýya geçmek için trafik ýþýklarýnda durmuþlardý ki babasý:
— "Bu ayakkabýlarla top oynamak yok ha! Temiz pak giyeceksin," diye baðýrýnca Halil'in bardaðý taþtý. Herkesin hayret dolu bakýþlarý arasýnda yeni ayakkabýlarýný çýkardý. Birini annesinin, diðerini babasýnýn eline tutuþturdu. O sýrada yeþil ýþýk yanmýþtý. Yalýn ayak karþýya geçip evin yolunu tuttu.
Anne-baba yaptýklarý hatayý anlamýþlardý. Evde Halil'den özür dilediler.
Halil odasýna çekilince kendi kendine söz verdi. Bundan sonra hatasýný fark ettiðinde artýk o da özür dileyecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder